Soykırım: suçların en ağırı

Uğur Ü. Üngör
Amsterdam Üniversitesi, Tarih bölümü

Eylül 2005

Giriş

Soykırım, kuşkusuz insanoğlu tarihinin en ciddi ve en kompleks konularından birisidir. Uluslararası bilim dünyası, soykırım olgusu üzerine özellikle son elli yılda geniş bir bilgi birikimi geliştirmiştir ve bu süreç esnasında soykırım araştırmaları birkaç yönde hızla ilerlemektedir. Bu makale, soykırım konusunda henüz yeterince bilgi sahibi olmayanlar için genel bir giriş olarak algılanmalıdır. Sunulacak olan teorik bilgi, ayrıntı ve belirli perspektifler okuru nesnel ve bağımsız düşünmeye teşvik edebilmişse makale meramına ulaşmış sayılacaktır. Soykırımın hukuksal açıdan tanımlanması, çeşitli bilim dallarına ayrılması ele alınacak ve bir soykırım tipolojisi sunulacaktır. Somut örnekler olarak İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleşen Yahudi soykırımı (Holokaust), Avustralya’nın yerlileri olan Aboriginal toplumunun yokedilmesi ve Bosna soykırımı (1992) işlenecek, ve nihayet bir netice çıkarılacaktır.

Soykırım’ın tanımlanması

‘Soykırım’, Yunanca genos (ırk) ve Latince cide (öldürme) sözcüklerinden oluşan, “ırk katliamı” anlamına gelen genocide (jenosid) kavramının Türkçe karşıtıdır. Kısaca bir etnik veya dinsel azınlığın sistematikmen yokedilmesini içerir. Soykırım bir tasarım olarak ilk defa Polonyalı Yahudi hukukçu Raphaël Lemkin tarafından Nazilerin İkinci Dünya Savaşı’nda uyguladıkları politikayı açık-lamak için tanımlanmıştır.[1] Lemkin, soykırımı iki aşamaya ayırıyordu: mazlum grubun ulusallığını belirleyen özelliklerin tasfiyesi, ve baskıcı grubun ulusallığını belirleyen özelliklerin telkini. Bununla kastedilen Naziler’in çeşitli “Almanlaştırma” (Germanization) politikalarıydı, örneğin siyasî ve sosyal yasaklar, kültürel ve dinsel tahribat, ekonomik zayıflatma ve nihayet toplama kamplarındaki kitlesel öldürme operasyonları.[2] Lemkin’in soykırımın uluslararası suç olarak tanınması önerisi doğrultusunda, Birleşmiş Milletler, 1948’de Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Anlaşması’nda (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) soykırımı resmen bir uluslararası insanlık suçu olarak tanımıştır. Bu anlaşma ile aşağıdaki beş kategoriye giren “millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubu kısmen veya tamamen imha maksadıyla” işlenen eylemler soykırım unsuru sayılmıştır:

1.       Gruba mensup olanların öldürülmesi;

2.       Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;

3.       Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kastten değiştirmek;

4.       Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;

5.       Gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakletmek.[3]

Soykırım Anlaşması’nın özünü oluşturan bu beş nokta, popüler inanca karşın sanıldığı kadar önemli değildir ve bunun birkaç nedeni vardır. Herşeyden önce, bu beş öğe İkinci Dünya Savaşı esnasında gerçekleşmiş olan Holokaust’a hastır. Özellikle dördüncü ve beşinci maddeler ölüm kamplarındaki sterilizasyon ve Yahudi çocuklarının annelerinden ayrı yerlerde öldürülmelerini ima ettikleri için bu betim hem noksandır, hem de başka soykırımları kapsaması için şartları yeterince esnek değildir.[4] Bir başka sorun, betimin “millî, etnik, ırkî veya dinî” sıfatları çerçevesinde siyasî grupların kitlesel imhasını soykırım saymamasıdır. Bu hususta gerek Endonez diktatör Suharto’nun 1960’larda bir milyonu aşkın ‘komünist’i imha etmesi, gerekse Kamboçyalı diktatör Pol Pot’ın 1970’lerde bir milyondan fazla ‘anti-komünist’i katletmesi, bunların siyasî esinlenmiş soykırımlar oldukları münasebetiyle Birleşmiş Milletler’in tanımında geçerli olmamaktadırlar.[5] Son bir eksiklik ‘kültürel soykırım’ın soykırım kapsamına sayılmamasıdır. Daha sonra ayrıntılı şekilde ele alacağımız kültürel soykırım, belirli bir etnik gruba özgü kültür birikimine (örneğin yasak veya tahribatla) zarar verilmesi manasına gelmektedir. Soykırım Anlaşması’nda tartışılmış olmasına rağmen kültürel soykırımı betime dahil etmeme kararı alınmıştır.[6] Bu eksikliklere rağmen Birleşmiş Milletler’in soykırımı gündeme getirmesi son derece önemli bir olay idi. Zira jenosid bu anlaşma vasıtasıyla bir suç sayılmıştır ve Naziler’in Nürnberg mahkemesinde yargılanmasıyla hukukî bir nitelik kazanmıştır, yanısıra şimdi değineceğimiz bilim dünyası için bir altyapı oluşmuştur.

Soykırım, kolektif sosyal sorunların çözümünde uygulanan belirli bir azınlığı fiilen yoketme politi-kasıdır ve akademik açıdan 2 eksende birkaç bilim dalına ayrılır: makro ve mikro boyutlar, sosyoloji ve psikoloji alanlarıyla, kurban ve fail perspektifleri de viktimoloji ve kriminoloji alanlarıyla ilintilidir. Jenosidin hukuksal yönleri daha çok uluslararası hukuk çerçeve-sinde failleri cezalandırmayla alâkalı olduğundan ötürü bu araştırmada hesaba katılmıyacaktır.[7]

Makro boyut açısından soykırım, kitlelerin şiddet kullanmaları anlamına geldiği için herşeyden ön-ce sosyolojik bir fenomendir. Özellikle yetmişli yıllarda gelişen Amerikan sosyolojisi, soykırım araş-tırmalarını (genocide studies) sağlam bir altyapıyla temellendirmiştir. Etnik gruplar arasında çatışma, çatışma sürecinde olumsuz şekilde kutuplaşan sosyal ilişkiler ve bu açmazın karşılıklı veya tek yanlı katliamlara yol açması sosyolojik konulardır. Jenosid olgusunu sosyolojik araştırmalara tabi tutmuş uzmanlar bundan dolayı çoğunlukla soykırımı bir “kolektifler imhası” (destruction of collectivity) ola-rak yorumlamışlardır.[8] Bu hususta sosyoloji, jenosidi genelde etnik, ekonomik, feodal veya ulusal bir kolektif çatışma dinamiği olarak açımlamaktadır.

Mikro çapta soykırım araştırmaları bireye inmekle psikoloji alanına denk gelmektedir. Soykırıma yatkın haleti ruhiye, bu alanda incelemelerde bulunmuş uzmanlara göre kriz, savaş, sosyal düzensizlik gibi zor yaşam koşullarında gelişir. Bununla beraber, şiddet kullanımı, hiyerarşik toplumsal yapılanma ve ‘dış-grubu’ aşağılama gibi belirli bireysel ve kültürel ön şartlar ifa edildiğinde, potansiyel bir jenosid tehdidi ortaya çıkabilmektedir. Zira şahıs, tehdit edilme psikolojisine kapılır ve başka insanları incitmeye, karalamaya ve hattâ öldürmeye daha kolay meyleder.[9] Aynı zamanda, yaşam koşullarının zor olduğu dönemlerde, bireylere göre, moral değerler de değişir: farklı koşullarda insan öldürmek ağır bir suç olarak algılanmasına karşın soykırım atmosferi içinde muhtelif psikolojik savunma mekanizmaları devreye girer ve bireylerin katliamlara iştirak etmelerini kolaylaştırır.[10]

Failler, kurbanlar ve izleyiciler

Soykırım olgusu, alâkalı olan insanlar açısından üç cepheye ayrılır: failler, kurbanlar ve izleyiciler. Bu üçgen ilişkisinde failin perspektifi kriminoloji (kıya bilimi) alanında değerlendirilebilir. Fail, her-şeyden önce icra edeceği soykırımı genelde bütün ayrıntılarıyla düşünüp planlamıştır; soykırımlar aslâ failin elinde olmayan nedenlerden dolayı gerçekleşmez. Failin, bu açıdan, soykırım icraatını mümkün kılmak için birkaç yöntemden faydalanması dikkat çekicidir. Örneğin kitle haberleşme araçlarının he-def grubun aleyhine kullanılmaları, kurbanların ‘insansızlaştırılma’ları (dehumanization), yani insanî özellikler taşımadıkları fikrini halka telkin etmektedir.[11] Bu politikanın bir başka özelliği, insanların bireysellikleri değil, belirli bir lanetli kategoriye mensup olmalarının vurgulanması ve bundan dolayı yargılanmaları ve katledilmeleridir. Genelleme kampanyaları katliamlardan sonra da önemini korur: ‘etkisizleştirme’ (neutralization) olgusu, işlenen suçun aslında abartıldığını ve suç ciddiyetinin örtbas edilmeye çalışılmasını içerir.[12] Fail perspektifi üzerine son bir not, soykırım faillerinin ezici çoğunlu-ğunun son derece normal ve mülayim insanların, yani ‘sıradan vatandaş’ların olmalarıdır; ancak azın-lık bir kısım ‘kana susamış caniler’ addedilebilir. Faillerin çoğu sadece yukardan gelen emirlerin ic-raatiyle görevlendirilmiş piyonlardır.

Kurbanların perspektifi yine aynı insansızlaştırma politikası içinde değerlendirilmeli. Jenosid kurbanları, mensup oldukları grubun veya kimliğin bir simasız parçası olarak baskıya ve kıyımlara maruz kalırlar. Böylece “bir insanın öldürülmesi bir trajediyken, bir milyon insanın katledilişi bir istatistik” olabiliyor.[13] Kurbanların hedef alınmasının özel bir nedeni yoktur; birşey yaptıklarından ziyade birşey olduklarından dolayı saldırıya uğruyorlar. Aynı zamanda toplumda dışlanmış, horlanmış, sıkıştırılmış, velhasıl marjinalize edilmiş gruplar için soykırım tehdidi daha ciddi ve gerçektir.[14] Sözkonusu marjinal gruplar bu hususta her zaman fail tarafından tanımlanırlar, kendilerine yönelik tavırları fail için önem taşımaz zira failin düşüncesinde yokedilen her zaman bir kimliktir. Alman Yahudiler Avrupa’da en laik ve toplumla en çok bütünleşmiş Yahudi cemaati olmalarına rağmen Naziler tarafından yeniden tanımlanıp yokedildiler.[15] Aynısı Sırp yönetimi tarafından yaftalanıp katledilen Bosnalı Müslümanlar için de geçerlidir.

Bürokrasi ve şiddet

Böylece jenosid bu dört boyut ekseninde bilim dünyasına yerleşmiş oluyordu. Temeli attıktan sonra tanımlamayı netleştirme sorunları ve “bir katliam ne zaman jenosid niteliğini kazanıyor?” gibi birtakım ayrıntılı sorular sorulmaya başladı. Tartışmalar ve polemiklerin hâlâ sürmelerine rağmen birkaç mutabakat kristalize edebildi: devletlerin rolü, kasıtlılık ve sistematik, hedef grubun hassasiyeti ve jenosidin katliamı aşması.

Tarihte soykırım hemen hemen istisnasız şekilde devlet tarafından icra edilmiştir. Radikal siyasi elitler daima devletlerin resmi bürokrasilerini kendi amaçları için kullanmışlardır. Gerek açıkça, gerek zımnen, soykırımlar daima resmî salahiyetini istismar eden devletlerin politikaları neticesinde gerçekleşmiştir. Somut bir strateji çerçevesinde yürütülen yoketme gayesi çoğu zaman resmi politikanın ürünü oluyor.[16] Dolayısıyla jenosid herşeyden önce bir devlet suçudur. Bu iddia aynı zamanda soykırımların genelde diktatörlük rejimleri tarafından işlendiğini içerir. Uzmanlar bu olgunun tetkiki sonucu yirminci yüzyılda devletlerin dünya çapında yaklaşık 170 milyon insan katlettiklerini kaydetmiştir.[17] Devlet tarafından planlanan merkezî, sistematik imhalar günümüze dek sürmektedir, fakat burada ufak bir nüans sözkonusu. Devletin herhangi bir tebaasını öldürmesi otomatikmen jenosid anlamına gelmez ve buna democide adı verilmiştir. Jenosidi bireysel idamlardan veya cinayetlerden ayırt eden özellik, soykırımın kitlesel olması ve (etnik, dinsel, vs.) azınlığın kimsenin felsefesini veya düşüncesini hesaba katmaksızın katledilmesidir.[18] Jenosidlerde devletin rolü belirleyici ve yönlendiricidir.

Çeşitli jenosid teorilerinin odaklaştığı başka bir nokta jenosidin her zaman (hattâ bir ön şart olarak) sistematik ve kasıtlı bir plandan ibaret olmasıdır. Bir şiddet eylemi olan jenosidin maksatlı olarak yapılmış olması son derece önemlidir. ‘Niyetlilik’ (intentionality) olarak adlandırılan bu kavram elbet soykırım için geçerliliğini muhafaza etmiştir. Zira jenosidin “kaza” olarak gerçekleşebileceği gerçekçi ve makul değildir.[19] Öte yandan bu kasıtı jenosidler için ıspat etmek kimi uzman tarafından sorunlu ve zor olmuştur; örneğin, günümüze değin Nazi-Almanya devletinden kalan yüzbinlerce dosya ve belgelerin hiçbirinde Yahudiler’in öldürülmesi için somut planlar veya emirler bulunmamıştır.[20] Dolayısıyla intentionality böyle durumlarda ancak dolaylı ispatlarla su yüzüne çıkabiliyor. Ruanda’da Hutu ve Tutsiler’in çatışmasında Hutu komandolarının köylere dağılıp, Tutsileri başka etnik gruplara mensup insanlardan ayırıp sadece Tutsileri katletmeleri icra edilmekte olanın keyfi katliamlar olmadığına, kasıtlı bir Tutsi imha politikasının olduğuna işaret etmektedir.[21] Aynı zamanda niyetlilik, failin katillik bilincinde olmasında da yankı buluyor: Paraguay’ın yerli Kızılderilileri olan Açe’ler, memleketlerinden sürülüp kitlesel şekilde öldürüldüklerinde Paraguay devleti jenosid bilincindeydi, fakat kasıtlılığı redetti, halbuki soykırımcı bir politikanın yürütüldüğünün farkında olmaları kuşkusuzdu.[22]

Hedef alınan grubun hassasiyeti ve savunmasızlığı önemli bir faktördür. Kolektif şekilde baskıya ve imhaya maruz kalan gruplar her zaman âciz ve mukavemetsizdirler. Tarihte mazlum olarak tanınan veya mağdur durumuna düşmüş olan belirli etnik ve dinsel gruplar, ikamet ettikleri ülke içinde nefret, kuşku ve aşağılanmayla yaşamışlardır. Bu gruplar genelde soykırım hedefi oluyorlar.[23] Siyasî, kültürel ve sosyal açıdan marjinalize edilmiş topluluklar için jenosid tehdidi çok yakındır. Örneğin Yahudiler, ortaçağdan beri yıllardır toplumdan dışlanıp yaftalanmışlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce dahi zirveye ulaşmış olan anti-Semitizm (Yahudi düşmanlığı) Naziler tarafından resmi politikaya çevrilince,  Yahudiler sistematik şekilde bütün siyasî, hukukî, kültürel ve ekonomik haklardan mahrum edildiler ve nihayet feci şekilde ve çapta katledildiler.[24] Bunun gibi ‘arabulucu azınlık’ (middleman minorities) topluluklar, yani toplumdan dışlanmış fakat ekonomikmen çoğu zaman katiyen güçsüz olmayan gruplar, aynı zamanda birtakım suni sinsiliklerle suçlanırlar: ‘ülkeyi devirme’, ‘ihanet’, ‘toplumu arkadan vurma’, ‘bölücülük’ gibi suçlamalar hedef gruplara yöneltilen ithamların bazılarıdır.[25] Bir örnek daha, Kamboçya’nın bataklık nehirlerinde ticarette başarılı olan Vietnamlı gemici aileleridir. Yıllardır ‘kene’ ve ‘parazit’ diye aşağılanan bu insanlar, Kızıl Khmer partisi Kamboçya’da iktidara geldikten sonra yürürlüğe geçirilen jenosid politikası sonucu tamamen yokedildiler.[26] Dolayısıyla tarihten alınan ders aşikar: marjinal gruplar için jenoside maruz kalma ihtimali oldukça yüksektir.

Son olarak, uzmanların görüş birliği sağladıkları konu, jenosidin kitlesel katliamları (yani sadece insan öldürmeyi) aşmasıdır. Bir halkı veyahut kimliği yoketmeye yönelik bütün faaliyetler soykırım suçu sayılmaktadır ve bu geniş kapsamlı taslak için örnekler sonsuzdur: Ruanda’da radyonun Tutsi-ler’in katledilmesine teşvik edici rolü,[27] Amerika’da Kızıldereliler’in öldürülmeleriyle alkol, fuhuş, kumar ve esrara alıştırılmaları,[28] ve Nazi ölüm kampları için zehirli gaz ve dikenli tel imal eden şirket-ler [29] – bunların hepsinde soykırımcı faaliyet mevcuttur. Jenosidin insandan ziyade (algılanan) kimliği yoketmeyi amaçlamasına değinmiştik. Bu açıdan kurbanların geriye bıraktıkları maddi ve manevi kalıntıları imha teşebbüsleri, yine doğrudan jenosid politikasına bağlıdır.[30] Kısaca, soykırım sistematik öldürme operasyonlarından daha geniş ve farklı taktikleri içeren soyut bir fenomendir. Bu kompleks ilişkiyi açıklamak için bir jenosid tipolojisi sunulacaktır.

Soyut bir şema

Jenosidi anlayıp analiz etmek için, belirli somut soykırım kategorileri çizip, yaşanılan jenosidleri bu tabloya göre tasnif etmek elzemdir. Özellikle, soykırım araştırmalarında önemli rol oynayan karşılaştırmalı analizler (comparative analysis) için soyut şemalar elverişli oluyor. Bu surette, jenosidleri kavramak için alttaki şemayı [31] çizebiliriz:

Jenosidleri biçimlerine göre bu kroki içinde değerlendirmek mümkündür. Yatay eksende sol tarafta yer alan “ideolojik” jenosidlere karşı sağ tarafta “pragmatik” jenosidler sözkonusu. Bu ayrım önemlidir: ideolojik soykırımlarda nihaî gaye, hedef gösterilen grubun kökünden kazınılmasıdır ve jenosidçi mentalite bu durumlarda ideolojiyle iç içedir. İdeoloji, belirli bir topluluğu hedef olarak göstermektedir ve devletin politikası buna göre belirlenir ve uygulanır. İdeolojik soykırımların en net örneği Holokaust’tır zira Nazi ideolojisinde Yahudilerin yokedilmesi merkezi bir yer almaktaydı. Keza Stalin egemenliği döneminde Sibirya’ya mutlak bir ölüme gönderilenler veya Suharto’nun özel komandoları tarafından katledilen ‘komünistler’ ideolojik gerekçelerle soykırım kurbanları olmuşlardır. Ruanda da durum farklı değildi.[32] Kısaca ideolojik soykırımlarda jenosid amaç olarak güdülmektedir.

Pragmatik soykırımlarda ideoloji mevcut değildir veya şuuraltına mahsustur; açıkça mevcut olduğu halde de jenosidin uygulanması ideolojiye bağlı değildir. Bu tip soykırım genelde bir ‘tali iş’ veya bir ‘engelin tasfiyesi’ olarak uygulanır. Kurban grup burda belirli bir hedefin önüne mâni olduğu için katliamlara ve sürgünlere maruz kalır. Pragmatik jenosidler, tarihte ideolojik soykırımlara nazaren daha çok uygulanmıştır: Moğol istilalarının önüne engel olan Doğu İran kentleri sakinleri, pragmatik nedenlerden dolayı Cengiz Han orduları tarafından katledildiler,[33] ve Amerikan Kızılderililer ABD devletinin batıya yayılmasını zorladıklarından dolayı soykırıma uğradılar.[34] Yani pragmatik jenosid bir hedefe ulaşmak için bir araç olarak algılanmalıdır.

Jenosidin yapısını böylece ele aldıktan sonra çapına değinmeli. Şemada dikey eksende soykırım tasnifinin coğrafi boyutları ‘ülke içi’ (domestic) ve ‘ülke dışı’ (transnational) olarak ayrılmıştır. Ülke içi jenosidler çoğu zaman diktatörlük rejimleri tarafından işlenir. Bunlar, genelde çok-uluslu ülkelerde etnik gruplardan birisinin iktidara geçip soykırımcı bir doğrultuda ülkeyi zaptetmesiyle gerçekleşir. Çoğulcu toplumlarda sosyal atmosfer tıkandığı an siyasî gerilim ortaya çıkabilir. Böyle toplumlar soykırıma gebedir çünkü çeşitli dinsel, etnik ve politik grupların bir arada yaşamaları hassas şartlara bağlıdır. Bu şartlar (demokrasi, özgürlük, eşitlik, vs.) sertleşince, soykırım tehdidi meydana gelebilir.[35] Bosna-Hersek, farklı etnik ve dinsel grupları barındıran otonom bir bölgenin nasıl soykırıma sürüklenebildiğini ıspatlayan tipik bir örnektir.

Ülke dışı (ve uluslararası) soykırımlar nitelik olarak farklı değiller, ancak coğrafi açıdan – ve dolayısıyla teknik açıdan – farklıdırlar. Bu tip jenosidi ikiye ayırmakta fayda var: işgal edilen topraklarda işlenen katliamlar ve ‘uzaktan’ işlenen katliamlar. Birinci tip soykırım politikasının örneklerinden biri, İngilizler’in Tasmanya adasını işgal ettikten sonra yerli Tasmanyalılar’ın tümünü yoketmeleridir.[36] Keza İspanyol ‘fetihçileri’ (Conquistadores), Orta ve Güney Amerika’da Maya, Aztek, Açe, Anasazi gibi Kızıldereli toplulukları aynı şekilde, işgal esnasında toplu kıyımlara ve sosyo-ekonomik tahribata uğratmaktan çekinmediler.[37] İkinci tip jenosidçi politika teknolojikmen gelişmiş ülkelere hastır. Bu tür kitle imhaları hususiyle modern savaşlar esnasında gerçekleşir. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’yı dize getirmek için 1945’de Hiroşima, Tokyo ve Nagasaki şehirlerine yağdırdığı (nükleer) bombalarla yüzbinlerce sivili öldürmesine kolaylıkla jeosid denilebilir. Aynısı 1944-’45 yıllarında Alman şehirlerini, sivil veya askeri mevzi farkına dikkat etmeden, aralıksız bombalayan Müttefikler için de geçerlidir zira bu bombardımanlardan dolayı yüzbinlerce sivil Alman yaşamını yitirmiştir. Bu iki örnekte önemli olan olgu, soykırımı icra edenlerin sayısız sivilin öleceği bilincinde olmaları idi.[38]

Bir soykırım tipolojisi

            Böylece jenosid tipolojisinin bir temeli atılmış oldu. İdeolojik-pragmatik ve ülke içi-dışı boyutları ile, herhangi bir jenosidi irdelemek için bu şema ele alınabilir. Yine de birkaç özel tipleri ayrıntılı şekilde açmak gerekiyor. Bu cihette üç çeşit soykırıma ayrıca ışık tutmakta fayda vardır: ‘misilleme soykırımı’ (retributive genocide), ‘ekonomik soykırım’ (utilitarian genocide) ve üstte de kısaca değindiğimiz ‘kültürel soykırım’ (cultural genocide).

            ‘Misilleme soykırımı’ olarak tanımlanan soykırımların amacı intikamdır. Mukavemet gösterebilen fakat failden güçsüz olan azınlık, bu jenosid tipinde belirli hareketleriyle devleti ‘provokasyon’a getirir ve devlet buna karşı kolektif cezalandırma niteliğinde şiddetli önlemler alır. Misilleme soykırımında kurbanlar tamamıyla âciz olmadıklarına rağmen ağır darbeler alabiliyorlar. Zira failin intikam güdülü katliamlarında şiddet oranı oldukça yüksektir.[39] İki örnek bu model jenosidi açıklıyabilir. Irak devletinin 1988’de İran ordusuna yardım ettiği gerekçesiyle Kuzey Irak şehri Halepçe’ye uyguladığı kimyasal bombardıman kampanyası, misilleme jenosidinin net örneğidir: yöre kökenli peşmergeler silahlı olmalarına rağmen karşı koyamadılar ve Irak devletinin saiki, İran ordusuna yardım ve yataklık eden Kürtleri cezalandırmaktı.[40] Keza 1890’da ABD’nin Wounded Knee kasabasında Sioux Kızılderililer’in yoksul yaşam koşullarını protesto etmelerinin, katliamla cezalandırılması ve yüzlerce insanın kurşunlanması misilleme soykırımıydı.[41]

‘Ekonomik soykırım’, belirli bir bölgenin doğal kaynaklarından istifade etmek için yerlilerin katledilişi ve sürülüşü anlamına gelmektedir. Aynı zamanda sırf zengin bir azınlığın mal varlığını ele geçirmek için yürütülen katliam ve toplu gasp politikasına da denilmektedir. Bu jenosid türünün en karakteristik özelliği, ekonomik çıkarların insanları yoketme sürecinde belirleyici bir rol oynamasıdır. Amaç, hedef grubu yoketmek değildir, amaç hedef grubun kendi mallarını veya yaşadığı bölgenin hammadde kaynaklarını, devletin veya şirketlerin mülkiyetine geçirmektir.[42] Bu tür jenosidin kurbanları en çok Afrikalılar ve Kızılderililer olmuştur: Afrikalı zenciler, ortaçağ döneminde özellikle Batı Avrupa ülkelerince kölelik ve topraklarında altın, gümüş ve elmas bulunduğu için yurtlarından koparılıp dünyanın öbür ucunda köle olarak plantasyonlarda ve tarlalarda çalışmaya zorlandılar.[43] Amazon ormanlarında yaşayan çeşitli Kızılderili azınlıklar, kereste sanayisi uğruna Brezilya devleti tarafından yıllardır amansız bir jenosid politikasına uğramışlardır (ve hâlâ uğramaktadırlar). Bu esnada kitlesel katliamlar, çocuklara zehirli şekerin dağıtılması ve insanlara kasten ağır hastalıkların bulaştırılması gibi suçlar işlenmiştir. Kızılderililer için facianın boyutlarını rakamlar yetersizce temsil etmektedir: örneğin Cacaas Novas kabilesinin nüfusu 10 yıl içinde 35.000 mensuptan 400’e indirilmiştir.[44] Aynısı ABD’nin Georgia eyaletinin yerli Çerokee Kızılderililer’in de payına düşmüştür: 1830’larda Çerokeeler’in yaşadıkları bölgede altın bulunduğunda devlet emri üzerine bütün Georgia Çerokeeleri sürgüne gönderilir ve bu esnada binlerce Kızılderili bakımsızlık, açlık, susuzluk ve keyfi katliamlardan dolayı hayatını kaybeder. Çerokeeliler bu jenosid sürecine “Gözyaşı Yolu” (Trail of Tears) adını koyarlar.[45]

Son bir özel jenosid modeli “kültürel soykırım” kategorisidir. Bu tip soykırımlar kültürlerin veya ulusların imha edilmesinde şiddet kullanılmamaktadır. Jenosidin amacı iki etnik grubun kutuplaşmasında uygulanan yoketme politikasıyken, azınlık grubun katledilmeden buharlaşması kültürel soykırım anlamını taşımaktadır. Genelde zorunlu asimilasyon anlamına gelen bu özel fenomen, kendisini çeşitli değişimlerde belli ediyor: mazlum grubun baskıcı grubun dinî kimliğini zorla benimsemesi, dil yasağı, mazlum gruba mensup bebeklerin veya çocukların ailelerinden alınıp yatılı okullarda baskıcı grubun kültürel ve ulusal özellikleriyle yetiştirilmeleri kültürel jenosiddir.[46] Avustralya hükümeti bu yöntemi yakın tarihimize kadar uyguladıktan sonra, asıl kültürüne tamamen yabancı, hattâ düşman olan birçok Aboriginal kuşaklar yetişti, ve aynı tavır, “beyazlaştırma” politikası çerçevesinde İngiliz evlerine yerleştirilen genç Aboriginaller için de geçerlidir.[47] 1992’de Bosna Müslümanları’ndan kalma tarihi eserlerin de imhasını gerçekleştiren Hırvat komandoları ve bilhassa Sırp ordusu, kültürel soykırım suçunu da işlemişlerdir zira bu şiddet Bosna’nın İslamî kültürel sembollerine yönelikti.[48] Afganistan’da büyük Buda heykellerini yokeden Taliban yönetimi de benzeri surette kültürel soykırım işlemiştir.[49] Aynı zamanda Cezayir ve Fas’ta yokolmayla tehdit edilen Berberice (Temezıht) dilinin yasaklanması ve yıllardır resmî dil veya eğitim dili olarak kabul edilmemesi kültürel soykırımdı.[50]

            Sunulan teorik çerçeve ve tipolojiden sonra soykırımlar tarihinden üç somut örnek açıklanacak: Yahudi Soykırımı (namı diğer Holokaust), Avustralya Aboriginal jenosidi ve Bosna-Hersek soykırımı. Bu birbirinden acı ve kanlı soykırımlar hususiyle kendilerine has özellikleriyle izah edileceklerdir.

1. Tarihin en komple soykırımı: Holokaust, 1941-1945

İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazi-Almanya tarafından beş milyondan fazla Yahudi gaz odalarında zehirlenerek ve kurşunlanarak katledilmiştir. Uluslararası toplum tarafından Holokaust (‘Büyük Yangın’) olarak da tanınan bu korkunç soykırım, aynı zamanda tarihin en ağır, en ideolojik ve en komple jenosidi olarak kabul edilmiştir. Günümüzde hâlâ Holokaust’ı kavramakta zorluk çekmekteyiz ve elbet bu soykırımı bütün ayrıntılarıyla anlatmamıza yer yoktur.[51] Dolayısıyla Holokaust’ı ana hatlarıyla çizeceğiz.

Almanya ve Avrupa Yahudileri’nin imhası 2 döneme ayrılır: 1933-’39 ve 1940-’45. İlk dönemde takibat, ikinci dönemde fiziksel yoketme gerçekleşmiştir. Nazi partisi genel başkanı Adolf Hitler, 1933 yılında iktidara geldikten sonra, ‘Kavgam’ (Mein Kampf) adlı kitabındaki anti-Semitist fantazilerini pratiğe geçirmeye kararlıydı. Bu yıllarda Alman devlet bürokrasisi gittikçe Nazileşti ve Yahudiler’in üzerine baskılar arttı. Hitler başa geçince ırklarını kaydetmeye mecbur olan Yahudi cemaatı, yurttaşlık haklarının adım adım kısıtlanmasına tanık oldular. İlk önce topluca memuriyetten men edildiler ve pasaport ve kimliklerine J (Yahudi: Jude) harfı basıldı, sonra Almanlarla evlenmeleri yasaklandı ve nihayet bütün vatandaşlık haklarından mahrum edildiler. Nürnberg yasaları çerçevesinde gerçekleşen bu aşağılama ve gözdağı politikasının Naziler için evveliyet taşıdığı kuşkusuzdur. Nazi partisi gerek gazetelerde, gerek radyoda daima Yahudiler’e yönelik tehdit savurmaktaydı. Bu esnada Yahudiler’in mallarına ve dükkanlarına da tecavüz ediliyordu, keyfi işkence ve cinayetler gerçekleşiyordu ve suçlular cezalandırılmıyordu.[52]

1938 yılında zulüm had safhada idi. Yahudiler için artık herşey yasaktı: toplu taşıma araçlarından faydalanmak, gazete veya kitap satın almak, havraya gitmek, evcil hayvan edinmek gibi basit günlük ve sosyal ihtiyaçlar Yahudiler için tabu olmuştu. Aynı zamanda yavaş yavaş Yahudiler’in ekonomisi de istimlak ediliyordu: fabrikalar, dükkanlar ve şirketler devlet emriyle veya cebren tümüyle Alman işadamlarının eline geçiyordu.[53] Nihayet, sonradan ‘Kristal Gecesi’ (Kristallnacht) adı verilen 9 Kasım 1938 gecesinde topluca Yahudiler’e saldırıldı: binlerce dükkan ve havra yakıldı, yüze yakın insan öldürüldü ve toplu gasp gerçekleşti.[54] Kısaca, 1933-1939 döneminde Yahudi toplumu Almanya’da sert ve boğucu bir takibat politikasına tabi tutuldu.

Yahudiler, günah keçisi ilan edildikten sonra gelecek faciayı biraz da olsa öngörmüşlerdi. Takibat döneminde bizzat Hitler sık sık “Yahudi ırkının yokedilmesi” (die Vernichtung der jüdischen Rasse) gibi sloganlar atıyordu.[55] Naziler son soykırım kararını muhtemelen 20 Ocak 1942’de Wannsee Konferası’nda aldılar; bu toplantıda polis, özel jandarma (SS: Schutzstaffel), Devlet Genel Güvenlik Dairesi (RSHA: Reichssicherheitshauptamt), istihbarat teşkilatları (SD: Sicherheitsdienst, ve Gestapo: Geheime Staatspolizei) ve Nazi partisi (NSDAP: Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) yöneticileri Yahudi sorununun “nihaî çözümü” (Endlösung) kararını resmen aldılar.[56] Toplantıdan sonra jenosid ikiye ayrılır: zaptedilmiş olan topraklarda Yahudiler’in kamplarda imhası ve zaptedilmekte olan topraklarda Yahudiler’in derhal kurşunlanması.

Bu arada toplama kamplarında çalışmaya zorlanan veya belirli mahallelere (gettolara) kapatılmış olan Yahudiler, artık Auschwitz-Birkenau, Sobibór, Belzeċ, Chelmno, Majdanek, ve Treblinka gibi büyük imha kamplarına nakledilirler. Bu kamplarda belirli bir süreçten sonra yaşlı-çocuk, kadın-erkek fark gözetmeksizin, Yahudiler, özellikle 1942-1944 yıllarında gaz odalarında kitlesel ve son derece etkin şekilde katledilirler. Gaz odalarının etkin sistematiği ancak yarattığı ölü sayılarının korkunçluğuyla kıyaslanabilir: sadece Auschwitz imha kampında jenosid esnasında günde ortalama 2000 insan zehirlenip yakılmıştır.[57] Ölüm kamplarındaki insanlık suçları aralıksız devam ederken Alman ordusu Sovyetler Birliği’ne taarruz edip, işgal ettiği topraklarda da Yahudiler’i katletmeye başlar ve Holokaust’ın ikinci şekli gerçekleşir. Burda SS birlikleri (Einsatzgruppen) ordunun peşinden kitlesel katliam harekâtlarında bulunur. Rus ve Ukranyalı Yahudiler toplanıp, kendilerinin kazıdıkları kuyuların kenarlarında yüzbinlercesi kurşunlanırlar ve toplu mezarlara gömülürler.[58]

Avrupa Yahudileri’nin ezici çoğunluğu 1945 yılında yokedilmiş oluyordu. Holokaust, tarih önünde öylesine dehşet verici bir jenosiddi ki ‘soykırımların soykırımı’ olarak adlandırıldı. Çağın en gelişmiş teknolojisi, beş milyondan fazla Yahudi, yüzbinlerce Roma, özürlü, eşcinsel ve anti-Nazi’yi sistematik şekilde öldürmek için kullanılmıştı. Holokaust’ın en ayırt edici özelliği, üstte sunulan tipolojinin bütün çeşitlerini kapsamasıdır: Yahudi sermayesinin Almanlar’ın eline geçmesi ekonomik soykırım, havraların, kütüphanelerin yakılması kültürel soykırım, Çek partizanlarının SD şefi Reinhard Heydrich’i vurduktan sonra binlerce insanın derhal kurşunlanması da misilleme soykırımıydı.[59] Üstelik Holokaust tam anlamda bir ideoloji soykırımdı ve ölü sayıları korkunç boyuttaydı. Yahudiler’in Avrupa’dan Amerika kıtasına kaymasının yegane nedeni Holokaust idi. Çağdaş insanlık tarihinde, artık bütün soykırımlar Holokaust’a göre değerlendirilecekti.

2. Avustralya tarihinin kara sayfaları: Aboriginal soykırımı

İkinci örneğimiz Avustralya’da yerli ‘Aboriginaller’ soykırımıdır. Aboriginal (Aborigine) insanları, ezelden Avustralya’da yaşayan ve birkaç dil ve kabileye ayrılan yerli bir etnik topluluktur. İngilizler keşif gezilerinde bu toplumla karşılaşınca toplumun yapısını ve ekonomisini yoketmeye başlamışlardır ve bu jenosid politikası Aboriginal topraklarının işgaliyle paralel gerçekleştiği için bu ‘sömürgeci soykırım’ (colonial genocide) addedilmiştir.[60] İlk etapta kıyılara yerleşen ve tarımla hayatlarını sürdüren İngilizler 19. yüzyılda Aboriginaller’in yaşadıkları bölgelerde altın bulunca Aboriginaller’in kaderi yazılmış olur. Bu tarihten itibaren sürgün hayatı başlar Aboriginal toplumu için. Yerel hükümet yetkilileri zehirleme, çocuk kaçırma ve toplu öldürme suçlarını işlerken, işgal ile beraber Aboriginalleri çöllere sürer. Bu kampanyada onbinlerce insan hayatını kaybeder.[61] Bu jenosid sürecinde birkaç nokta dikkate değer: İngilizler herşeyden önce üstte ‘insansızlaştırma’ (dehumanization) olarak tanımlanan psikolojik mekanizmayı içselleştirmişlerdi: onlara göre Aboriginaller “haşarat” (vermin), “şakiler” (criminals) ve “geri zekâlı barbarlar” (defective subhumans) idi.[62]

Aynı zamanda mukavemetsiz Aboriginal insanları ülkenin ulusal bütünlüğü ve ekonomik gelişimi önüne bir engel sayıldılar. Bundan ötürü Native Police’in – Aboriginaller’in imhasıyla görevlendirilmiş özel jandarma – uyguladığı politika katliam, aç ve susuz bırakma, ırza geçme ve gasp ile sınırlı değildi, iki önemli jenosid metodu daha uygulandı: doğa tahribatı ve asimilasyon. Native Police, Aboriginal ailelerini yurtlarından sürdükten sonra şiddeti doğaya uyguladı, kıtaya has ormanları ve bitkileri yakarak, kanguruları ve koala ayılarını fazla otladıkları gerekçesiyle kurşunlayarak ve dereleri zehirleyerek Aboriginaller’in doğal çevresini de yoketmeye çalıştı ve başarılı oldu.[63] Öte yandan devletin resmi kararı ile Aboriginal çocuklarını “medenileştirmek” (civilize) için çocukları ailelerinden zorla toplayıp, yatılı okullarda veya İngiliz ailelerinde İngilizleştirebildi. Bu surette Aboriginal çocukları ana dillerinden bihaber, gelenek ve göreneklerini terkedip tarihlerinden koptu ve kökeninden tamamen yabancılaştı; böylece Avustralya devleti kültürel soykırımı da işlemiş oldu.[64] Günümüzde Aboriginaller artık jenosid artığı, dejenere olmuş marjinal bir toplumdur ve ne asıl kültürlerini yaşıyabiliyorlar, ne de asıl topraklarında ikamet ediyorlar ve bir jenosidin yarattığı insanlık trajedisi özellikle bu toplumda çok net bir şekilde belli oluyor.

3. Balkanlar’da soykırımsal bir kampanya: Bosna-Hersek 1992

Son somut soykırım örneği olarak Bosna’yı ele alıyoruz. Yugoslavya’nın çekirdeğini oluşturan Bosna-Hersek, 1990’lara kadar Ortodoks Sırpları, Romaları, İslav Müslümanları, Katolik Hırvatları, Yahudileri ve İslav Müslümanları’nı barındıran çok-kültürlü ve çok-dinli bir bölge idi. İkinci Dünya Savaşı partizan lideri Mareşal Tito’nın vefaatından sonra milliyetçilik, onun kurduğu çok-kültürlü Yugoslavya’yı parçalayacaktı. Sırbistan, 1991’de bağımsızlığını ilan ettikten sonra Hırvatistan ile savaşa sürüklendi ve Bosna iki ateş arasında kaldı. Hemen belirtmeli ki sözkonusu döneme dek Bosna’da yaşayan insanlar etnik ve dinî tanımlamalardan çok kendilerini ‘Bosnalı’ olarak görüyorlardı, ki bu son derece doğal bir olaydı: Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar aynı dili (Serbo-Croatian) konuşurlar, hem de dinlerine oldukça laik ve tahammüllü şekilde salik oluyorlardı.[65] Sırp-Hırvat cenderesi arasında, son çare olarak Bosna-Hersek Nisan 1992’de bağımsızlığını ilan etti. Fakat güçsüz olan yeni cumhuriyet, Sırp ordusuna karşı mukavemet gösteremedi. 1992’nin yaz aylarında Bosna’nın dörtte üçü Sırplar’ın eline geçtikten sonra Bosna jenosidi gerçekleşti.

Sırp ordusu, general Ratko Mladić ve aşırı milliyetçi lider Radovan Karadžić’in emri üzerine yüzlerce Müslüman köyünde kitlesel katliamlar, toplu tecavüzler ve işkenceler icra etti, binlerce Bosnalı Müslüman’ı yurtlarından sürüp soykırım uyguladı.[66] Aynı zamanda Sırp ordusu dünyaya Nazi dönemine hatırlatan, Trnopolje, Rodoč, Potočari, Sušica ve Omarska gibi toplama kampları açtı ve binlerce insana işkence edildi.[67] Bosna’da Müslümanlar’ın yokedilmesi geniş çaplı ve sistematik bir jenosid politikasının neticesiydi. Gerek Hırvat ırkçı komandolarının işlediği insanlık suçları, gerek Sırp yönetiminin uygulamaya geçirdiği etkin soykırım politikası, sadece Bosna Müslümanlar’ını değil, Bosna çok-kültürlülüğünü bir bütün olarak hedef almıştı. Olgun erkeklerin toplanıldıktan sonra kitlesel şekilde kurşunlanıp toplu mezarlara gömülmeleri, Müslüman kadınlarına spor salonlarında, kışlalarda ve kendi evlerinde yapılan toplu tecavüzler ve bir milyon Bosnalı Müslüman’ın göçe zorlanması bu jenosidin insanî içyüzüdür.[68] Aynı zamanda Saraybosna’daki Doğubilim Enstitüsü’nün (17 Mayıs 1992) ve Millî Kütüphane’nin yakılması (28 ağustos 1992), Počitelj’in antik çarşısının (23 ağustos 1993) ve Mostar’daki antik Osmanlı köprüsünün tahrip edilmesi (9 Kasım 1993) yanısıra binlerce cami ve medresenin dinamitlenip yerle bir edilmesi, kültürel soykırımdı; özellikle Saraybosna Millî Kütüphane’deki paha biçilmez milyonlarca kitap, antik manüskript ve benzeri değerli edebî eserlerin yakılması çok-kültürlü Bosna-Hersek’in sonu anlamına geldi.[69]

Bosna jenosidinin iki önemli özelliğine değinmek bu soykırımı anlamak için gereklidir: Kristoslavizm ideolojisi ve Batı’nın müdahele girişimlerinin tamamen boşa çıkması. Kristoslavizm, Hıristiyan taassubun İslav ırkçılığıyla birleştiği ideolojidir. Bu hoşgörüsüz düşünce çerçevesinde Bosnalı Müslümanlar, ırkına ihanet etmiş düşmanlar olarak simgelenmektediler. Sırp ortodoks kilisesi çoğunlukla bu düşmanlığı desteklerken, Bosna’daki İslâm’ın özgün ve laik yapısını göz ardı ederek Bosnalı Müslümanları “şeriatçı”, “ahlaksız” ve “medeniyet düşmanları” addetti.[70] Bolca önyargı, haksız itham ve cehalet içeren bu oryantalist bakış açısı, Sırp (ve Hırvat) ırkçılığının düşünsel altyapısını oluşturabildi. Birçok Sırp ‘aydın’ ve akademisyen, İslâm’ın “totaliter” bir din olduğunu iddia ederek, Avrupaî değerlerin muhafazası uğruna Bosna’da bununla mücadele edilmesini elzem görüyorlardı.[71] Bu stereotip ve ırkçı yaklaşımdan yola çıkan Sırp ordusu ve özel timler, bireylerden ziyade soyut (ve farazi) bir tehdidi ve etnik-dinsel bir kimliği yoketmeye çalıştılar. Bir yazarın fark ettiği gibi, “katliamlarda toplumun inancı, değeri ve kurumları (din gibi) büyük bir pervasızlıkla basit birer araç olarak kullanılıyordu”.[72] Dolayısıyla Bosna-Hersek jenosidinin ideolojik bir soykırım olduğu kuşkusuz.

İkinci ayırt edici özellik, Batı’nın (özellikle NATO, AB ve BM) bu jenoside tanık olduktan sonra soykırım olgusunu rasyonalize ve örtbas etmeleriydi. Örneğin sözkonusu dönemde ABD cumhurbaşkanı olan Clinton, 1992’de “kasıtlı ve sistematik temizleme” (deliberate and systematic extermination), sözlerini kullanırken, soykırımı kınaması gittikçe azaldı ve 1993’de “çatışma”dan (conflict) bahsetti ve tavrını nihayet vurdumduymazlık ve ilgisizlikle sonuçladı.[73] Keza 1992 yılında Kanadalı ve İngiliz BM yetkilileri Saraybosna yakınlarındaki Vogošća tecavüz kampında Mladić’le görüştüklerinde, gözlerinin önünde gerçekleşen toplu tecavüzlere karşı hiçbir tavır takınmadılar.[74] Bosna başbakan yardımcısı Dr. Hakija Turajlić, Ocak 1993’de BM’in bir Fransız bölüğü tarafından Saraybosna’ya getirilince, Sırp yol kontrolünde arabadan alınır ve BM mensubu askerlerin önünde kurşunlanır; Fransa’ya döndükten sonra da bu askerlere “kahramanlık” münasebetiyle şeref nişanları verilir.[75] Batı kifayetsizliği 1995 yazında zirveye ulaşır: binlerce endişeli Müslüman’ın hapsedildiği Srebrenica kenti haftalarca Hollandalı BM yetkililerince muhafaza edildikten sonra Temmuz 1995’de Sırp ordusuna teslim edilir ve bir hafta içinde mevcut bütün erkekler katledilir ve kadınlar sürgün edilir.[76] Ayrıca günümüze dek önemli jenosid failleri hâlâ serbestlerdir. Bu örnekler Batılı uluslararası (askeri) mercilerin ve ülkelerin basiretsiz ve duyarsız tutumlarının nasıl bir soykırım icraatının kolaylaştırdığına ışık tutmaktadırlar. Böyle Bosna jenosidi, yakın tarihimizde gerçekleşmiş bir soykırım olarak ideolojik ve kültürel bir soykırım niteliğinde idi.

Netice

Jenosid olgusu günümüzde de her açıdan önemini ve güncelliğini koruyor. Gerek günümüzde gerçekleşen Darfur’daki katliamları durdurmak, gerek tarihteki katliamları araştırıp anlamak, gelecek soykırımları önlemek için azami önem taşımaktadır. Bu anlamda soykırım, hernekadar ağır bir insanlık suçu ve (mağdur grup için) büyük bir facia ise, gelecek için kesinlikle önlenmesi gereken bir olaydır. Üstte değindiğimiz jenosid tehdidinin ortaya çıktığı şartların, herhangi bir ülkede mevcut olması, o toplumun soykırımcı potansiyel taşıyan bir toplum olduğu anlamına gelmektedir. İnsanların canlarına değer verilmemesi, halkın huzuru ve refahı için çaba göstermeyen devletin mevcudiyeti, anlaşmazlıklarda otomatikmen zor ve gücün yoğun şekilde kullanılması, açık toplu insansızlaştırmanın gerçekleşmesi veya belirli bir şahs kültünün uğruna insan öldürmenin mazur gösterilmesi, soykırıma işaret eden arazlardan birkaç tanesidir.[77]

Gelecek için özellikle şiddetin disipline alınması, jenosidlerin önlenmesi için ilk adımdır – neticede önlemek tedaviden iyidir. Son bir not olarak soykırımı anlamanın yolunun bilimden geçtiğini belirtmek gerek: psikoloji, ekonomi, hukuk, felsefe, viktimoloji, kriminoloji ve bilhassa sosyoloji gibi alanlar jenosidi açıklamakta tutarlı olmalıdırlar. İnsan haklarının evrenselliğini esas alınması şartıyla, gelecekte bahsi geçen bilim alanlarının yapıcı katkılarına ihtiyaç çoktur. Böylece hem potansiyel adaletsizliğin önlenmesine sağlam bir adım atılmış olur, hem de soykırım olgusunun bilimsel altyapısı pekiştirilmiş olur.


 

[1] Raphaël Lemkin, Axis Rule in Occupied Europe (Washington, 1944), s.79. Makalede ‘soykırım’ ve ‘jenosid’ kelimeleri fark etmeksizin özdeş kullanılacaktır.

[2] Aynı eser, s.82-90.

[3] Yearbook of the United Nations 1948-49 (New York, 1950), s.959, madde 1 ve 2.

[4] Bu tartışma soykırım uzmanları arasında sürmektedir. Bu süreci ve gelişimi bir bütün olarak ele alan eleştirel bir yorum için bkz.: Leo Kuper, “Theoretical Issues Relating to Genocide: Uses and Abuses”, George J. Andreopoulos (haz.), Genocide; Conceptual and Historical Dimensions (Philadelphia, 1994), s.31-46.

[5] George Chigas, “The Politics of Defining Justice after the Cambodian Genocide”, Journal of Genocide Research, sayı 2, no.2 (2000), s.245-265.

[6] Yearbook of the United Nations [n.3], s.954.

[7] Hukuksal yaklaşımlar için bkz.: Vahakn N. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid (İstanbul, 1995); William A. Schabas, Genocide in International Law: The Crime of Crimes (Cambridge, 2000).

[8] Helen Fein, “Genocide: A Sociological Perspective”, Current Sociology, sayı 38, no.1 (1990), s.24.

[9] Ervin Staub, The Roots of Evil; The Origins of Genocide and Other Group Violence (Cambridge, 1989), s.28-34.

[10] Peter du Preez, Genocide: The Psychology of Mass Murder (Londra, 1994).

[11] Augustine Brannigan, “Criminology and the Holocaust: Xenophobia, Evolution and Genocide”, Crime & Delinquency, sayı 44, no.2 (1998), s.262.

[12] Edward Day & M. Vandiver, “Criminology and Genocide Studies”, Crime, Law & Social Change, sayı 34 (2000), s.45-46.

[13] Bu söz hem Josef Stalin, hem Holokaust’ta belirleyici rol oynamış olan Nazibaşı Adolf Eichmann tarafından tekrar edilmiştir: Alan S. Rosenbaum, Prosecuting Nazi War Criminals (Boulder, 1993), s.16.

[14] Vahakn N. Dadrian, “Structural-Functional Components of Genocide: A Victimological Approach”, Israel Drapkin (haz.), Victimology: volume III (Lexington MA, 1974), s.123-136.

[15] Nora Levin, The Holocaust: The Destruction of European Jewry 1933-1945 (New York, 1968), s.20.

[16] Irving L. Horowitz, Genocide; State Power and Mass Murder (New Brunswich NJ, 1977), s.35-37.

[17] Rudolph J. Rummel, Statistics of Democide: Genocide and Mass Murder since 1900 (Münster, 1998), s.I-VIII.

[18] Rudolph J. Rummel, “Democracy, Power, Genocide and Mass Murder”, Journal of Conflict Resolution, sayı 39, no.1 (1995), s.3-4, 25; soykırımlarda özellikle devletlerin bürokrasisi önemli bir etkendir zira bürokrasi etkinliği taşır.

[19] Alexanter A. Greenawalt, “Rethinking Genocidal Intent: The Case for a Knowledge-Based Interpretation”, Columbia Law Review, sayı 99, no.8 (1999), s.2265-70.

[20] Isidor Walliman & Michael N Dobkowski (haz.), Genocide and the Modern Age: Etiology and Case Studies of Mass Death (New York, 1987), s.XVI.

[21] Corrine Vanderwerff, Kill Thy Neighbour (Boise ID, 1996), s.175-76.

[22] Leo Kuper, Genocide (New Haven, 1981), s.34.

[23] Thomas Sowell, “Middleman Minorities”, The American Enterprise, sayı Mayıs-Haziran (1993), s.30-41.

[24] Fein, Genocide [n.8], s.72.

[25] Alex Alvarez, Governments, Citizens and Genocide; A Comparative and Interdisciplinary Approach (Indiana, 2001), s.49.

[26] Helen Fein, “Revolutionary and Antirevolutionary Genocides: A Comparison of State Murders in Democratic Kampuchea 1975 to 1979, and in Indonesia 1965 to 1966”, Comparative Studies in Society and History, sayı 35 (1993), s.796-823.

[27] C. Kellow, L. Steeves & H. Leslie, “The Role of Radio in the Rwandan Genocide”, Journal of Communication, sayı 48 (1998), s.107-128.

[28] Ward Churchill, A Little Matter of Genocide: Holocaust and denial in the Americas, 1492 to the present (San Francisco: City Lights Books, 1997), s.129-288.

[29] Tzvetan Todorov, Facing the Extreme: Moral Life in the Concentration Camps (New York, 1996), s.154.

[30] Alvarez, Governments, Citizens and Genocide [n.25], s.50-51.

[31] Farklı açımlamalar için bkz.: Fein, Genocide [n.8], s.18, 28-29; Horowitz, Genocide [n.16], s.42-43; Israel W. Charny, “Toward a Generic Definition of Genocide”, Andreopoulos, Genocide [n.4], s.76-77.

[32] “‘Justifier l’injustifiable’: Ideologie en Genocide in Rwanda (1994),” Vrede en Veiligheid, sayı 33, no.3 (2004), pp.342-58.

[33] Frank Chalk & Kurt Jonassohn, The History and Sociology of Genocide (Londra, 1990), s.94-113.

[34] Russell Thornton, “Aboriginal North American Population and Rates of Decline, ca. A.D. 1500-1900”, Current Anthropology, sayı 38, no.2, s.310-315.

[35] Leo Kuper, “Theoretical Issues Relating to Genocide” [n.4], s.34.

[36] Tasmanya, Yeni Zelanda kıyısı önünde küçük bir adadır. 1800’lere kadar kendilerine has dil ve dinleriyle yaşamlarını sürdürebilen yerliler, İngiliz fetihçilerinin işgaliyle acımasız bir jenoside tabi tutulurlar. İngiliz gemi mürettebatı adaya iner inmez, onları çiçeklerle, ziyafet ve şenlikle karşılayan yerlileri kurşunlamaya başlar. Soykırımın boyutu öylesine ifrata kaçar ki son Tasmanyalı 1876’da ölür; James Morris, “The Final Solution, Down Under”, Horizon, sayı 14, no.1 (1972), s.60-72.

[37] Charles Gibson, Spain in America (New York, 1966), s.48-67.

[38] Robert J. Lifton & Eric Markusen, The Genocidal Mentality: Nazi Holocaust and Nuclear Threat (New York, 1988), s.21. Buna benzer kitlesel katliamlara kimi soykırım uzmanı tarafından “gizli soykırım” (latent genocide) denilmiştir.

[39] Vahakn N. Dadrian, “A Typology of Genocide”, International Review of Sociology, sayı 5, no.2 (1975), s.207.

[40] Human Rights Watch, Iraq’s Crime of Genocide: The Anfal Campaign against the Kurds (New Haven, 1995); Mia Bloom, “The Case of Iraq: The Glorious Anfal Campaign to Eradicate and Eliminate the Kurds”, Albert J. Jongman (haz.), Contemporary Genocides: Causes, Cases, Consequences (Leiden, 1996), s.79-94.

[41] D. Brown, Bury my Heart at Wounded Knee (New York, 1971).

[42] Dadrian, “A Typology of Genocide” [n.39], s.209.

[43] Jean Suret-Canale, Essays on African History: From the Slave Trade to Neo-Colonialism (Londra, 1987), bölüm 2 ve 3.

[44] L. Bodard, Green Hell (New York, 1971), s.86, 91-93.

[45] Chalk & Jonassohn, The History and Sociology of Genocide [n.33], s.196-97.

[46] Dadrian, “A Typology of Genocide”, s.205; Johannes Morsink, “Cultural Genocide, the Universal Declaration, and Minority Rights”, in: Human Rights Quarterly, vol.21 (1999), pp.1009-60.

[47] P. Read, The Stolen Generations: The Removal of Aboriginal Children in New South Wales, 1883 to 1969 (Sydney, 1983).

[48] Alvarez, Governments, Citizens and Genocide [n.25], s.50.

[49] The Times, 2 Mart 2001.

[50] Fatima Sadiqi, “The Place of Berber in Morocco”, International Journal of the Sociology of Language, sayı 123 (1997), s.7-22.

[51] Holokaust üzerine Türkçe kaynaklar için bkz.: Zygmunt Bauman, Modernite ve Holocaust (İstanbul, 1997); Holokost, 2. Dünya Savaşı Döneminde Yahudi Soykırımı (İstanbul: Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın, 1997).

[52] Ton Zwaan, Civilisering en Decivilisering: Studies over Staatsvorming en Geweld, Nationalisme en Vervolging (Amsterdam, 2001), s.259-95.

[53] Yehuda Bauer, A History of the Holocaust (New York, 1982), s.87-109.

[54] Herbert Rosenkranz, Reichskristallnacht (Viyana, 1968).

[55] Walber Hofer (haz.), Der Nationalsozialismus; Dokumente 1933-1945 (Frankfurt am Main, 1982), s.277.

[56] Martin Gilbert, The Holocaust: A History of the Jews of Europe during the Second World War (New York, 1985), s.283.

[57] Raul Hilberg, “The Anatomy of the Holocaust”, Henry Friedlander & Sybil Milton, The Holocaust: Ideology, Bureaucracy and Genocide (New York, 1980), s.85-102.

[58] Ronald Headland, Messages of Murder: A Study of the Reports of the Einsatzgruppen 1941-1943 (Rutherford NJ, 1992).

[59] Chalk & Jonassohn, The History and Sociology of Genocide [n.33], s.326-29.

[60] Alison Palmer, Colonial Genocides? A Comparative Analysis of the Aborigines of Queensland 1840-1897 and the Hereros of South West Africa 1887-1906 (yayınlanmamış doktora tezi, London School of Economics, Sosyoloji bölümü, 1994).

[61] C.D. Rowley, The Destruction of Aboriginal Society (Ringwood, 1986), s.122, 175-79.

[62] C.M. Hartwig, “Aborigines and Racism: A Historical Perspective”, F.S. Stevens (haz.), Racism: The Australian Experience (Sydney, 1972), bölüm II, s.16; bu alıntılar Avustralya hükümet yetkilileri ve İngiliz ‘aydınlar’ına aittir.

[63] Palmer, Colonial Genocide? [n.60], s.27-30.

[64] Robert van Krieken, “The Barbarism of Civilization: Cultural Genocide and the ‘Stolen Generations’”, British Journal of Sociology, sayı 50, no.2 (1999), s.297-315.

[65] Michael A. Sells, The Bridge Betrayed; Religion and Genocide in Bosnia (Los Angeles, 1998), s.8.

[66] Norman Cigar, Genocide in Bosnia; The Policy of “Ethnic Cleansing” in Eastern Europe (Texas, 1995)

[67] Helsinki Watch, War Crimes in Bosnia-Hercegovina (New York, 1994), bölüm 2, s.133 vd.

[68] Kitlesel katliamlar için bkz.: Cigar, Genocide in Bosnia [n.66], s.72-98; toplu tecavüz vakaları için bkz.: Sells, The Bridge Betrayed [n.65], s.21-24 ve Beverly Allen, Rape Warfare: The Hidden Genocide in Bosnia-Herzegovina and Croatia (Minneapolis, 1996).

[69] Sells, The Bridge Betrayed [n.65], s.149-52.

[70] Cigar, Genocide in Bosnia [n.66], s.78.

[71] Darko Tanasković, “Religion and Human Rights in the Contemporary Balkans”, The Mediterranean Review, sayı: Kış 1995, s.81-96.

[72] H. Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar (Ankara, 1999), s.12.

[73] Andrew Sullivan, Accomplices to Genocide (Washington, 1995), s.14; Sells, The Bridge Betrayed [n.65], s.126-27.

[74] Görgü tanıklarına göre Kanadalı BM askerleri bizzat tecavüz mağduru Müslüman kadınlarını ‘ziyaret’ etmişler, bkz.: Roy Gutman, “Witnesses Claim UN Forces Visited Serb-Run Brothel”, New York Newsday, 1 Kasım 1993.

[75] David Rieff, Slaughterhouse: Bosnia and the Failure of the West (New York, 1995), s.150-51.

[76] Sells, The Bridge Betrayed [n.65], s.139, 150-51.

[77] Israel W. Charny, “Early Warning, Intervention and Prevention of Genocide”, Michael N. Dobkowski & Isidor Walliman (haz.), Genocide in our Time: An Annotated Bibliography wih Analytical Introductions (Ann Arbor, MI, 1992), s.149-166.