19 VE 20.YY’DA ZAZACA

(ZAZACANIN SERÜVENİ)

Xıdır EREN

Önsöz

 

Sözlü kültürle kuşaktan kuşağa aktarılagelen bir dilin serüvenini kaleme almak; takdir edersiniz ki, pek kolay değildir.

Sözlü kültürle aktarılagelen bir dilin söylenceleri, kılamları, destanları, vb... dillerin oluşumundan günümüze kadar süregelmiştir. Ancak, eldeki veriler ile başladığı günden bugüne bir dilin serüvenini yazabilmek mümkün olmasa gerektir. Hem bu sebeple, hem de biçilecek süre ile konunun derinliğinde boğulmama adına, çalışmaya tarihsel bir sınırlama koymak durumundaydım. Bu sebeple de Zaza dilinin öyküsünü 19.yy ve 20.yy ile sınırlamayı uygun buldum. Umarım konunun meraklısı arkadaşları başka tarihsel süreçleri çalışmaya sevk eder.

19.yy derken en çok dikkatimizi çeken Osmanlı’daki Tanzimat ile başlayıp, 1. ve 2. meşrutiyetle devam eden değişimlerdir. Bu değişimlerin Zaza dili serüveni üzerinde muhtemeldir ki etkileri olmuştur. Tanzimat ile birlikte eyalet sisteminden vilayet sistemine geçişin öngörülmesiyle birlikte neredeyse Anadolu bir baştan bir başa yeniden ilhak edilecektir. Bu bir baştan bir başa Anadolu’nun yeniden ele geçirilme olayı Anadolu’daki tüm topluluklar gibi Zazaları da etkilemiştir. Özellikle, eyalet sisteminin getirdiği yeni siyasi ve ekonomik model bu topluluklarda demografik hareketlenmelere neden olmuş, daha öncesinde kısmen de olsa özerk durumda bulunan yapılar neredeyse tamamen merkezin kontrolüne geçmiştir. Bu süreçte tamamen kontrol altına alınamayan Dêsım, Koçgiri, Palu, Çapaxçur (Bingöl), Dara Hêni (Genç), Piran (Dicle), Hêni (Hani), Lice, Gêl (Eğil) vb. Zaza yerleşim yerleri, uzun süre askeri harekâtlara sahne olacaktır.

Bu harekâtlar; ancak Ankara hükümeti ile 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Said (Şêx Se‘id), 1926 Koçan (Qocan) (buradaki evre ancak 1938’de tamamlanır) 1927 Mutki ve 1937-38 Dêsım ile sonuçlanabilecektir.

*

19.yy’da Zaza yerleşim alanının esasını oluşturan Yukarı Fırat sahasında dört dil konuşuluyor olsa da bölgenin tamamında ağırlıklı olarak konuşulan dil Zazacadır.

20.yy’ın SONLARINA GELİNDİĞİNDE

  • yy’ın başlarına kadar Osmanlıca ile birlikte eğitim dili olan Ermenice 20.yy’ın sonlarına gelindiğinde bölgede neredeyse görülmezken;
  • Kürtçe, Kürt siyasetinin kazandığı ivme ile bir toparlanma yaşayacak,
  • Zazaca ise; esas olarak Türkçenin resmi dil olarak kabul edilmesi ve Türkçe dışındaki yerel dillere yasaklar konması ve az da olsa son yıllarda yükselen Kürt siyasetinin “siz de Kürtsünüz” propagandasının etkisiyle iyiden iyiye eriyecek, konuşucuları her nesil geçtikçe daha çok azalacak. Ve UNESCO raporlarında da yer aldığı üzere tehdit altındaki diller atlasına konu olacaktır.




 

  1. yy‘da ZAZACA

 

Zaza yerleşim alanlarının Osmanlı ve Kürt ittifakı ile ele geçirilip buralara Kürt nüfusunun yerleştirilmesi, Tanzimat ile birlikte Zaza nüfusunun bir kısmının dağlık iç kesimlere sığınması ve bulundukları ovalık alanları terke zorlanmaları Zazacayı olumsuz etkileyecek unsurların başında gelir.

Özellikle 18.yy’ın sonlarından 19.yy ilk çeyreğine kadar Zaza yerleşkelerini birbirinden koparacak biçimde tampon bölgeler oluşturlarak (Osmanlı raporlarında geçen “Havuz” tabirine denk düşen) Kürt nüfus yerleştirmeleri dilin çift yönlü asimilasyonuna, dahası ileriki yıllarda kimlik karmaşasına sebep olacaktır.

  • Palu-Bingöl Bölgelerini, Dêsim’in güney ve güneydoğusundan (Mazgirt, Pertek ve Çemişgezek’in güneyi) İç-Dêsim’den,
  • Kuzeyde Karabel-Koçgiri hattını Kangal-Divriği istikametinde yine İç-Dêsim’den,
  • Mutki-Baykan-Sason hattını Bingöl (Çewlig) ve Varto hattından koparacak biçimde Kürt nüfus yerleştirerek Zazaların yaşam alanlarını birbirinden koparmak,
  • Ve Zaza yerleşkelerine ağırlıklı olarak bu Kürtleri “Bey” olarak atamak...

Bir yandan merkez Zazalarını Doğu ve güneyden çevreleyen Kürt nüfusunun, diğer yandan bu tampon alanların ve atanan “Kürt Beylerin nüfuzunun etkisiyle” Kürtçe bölgedeki Zazalar tarafından da konuşulmaya başlanacak… Zamanla (bir kuşaktan diğer kuşağa geçişte) Zazacanın yerini Kürtçenin almaya başladığı görülecektir.

Aslında hem dil ve kültür hem de inanç bazında düşünülerek oluşturulan bu “havuz” alanlar; dil konusundaki başarılarını kültür ve inanç konusunda gösteremeyecek, bu noktada -özellikle de inanç konusunda- tam aksi bir durum yaşanacaktır.

  • Tampon bölgedeki Kürtlerin bir kısmı zamanla Sünni inancı bırakıp Aleviliği benimseyecektir.
  • Alevileşen bu Kürtlerde görülen Zaza karşıtlığı, Alevileşmeleriyle birlikte yoğun bir şekilde Sünni Zaza karşıtlığına dönüşecek. “Dönmenin” marijinalliği gereği, Alevi Zazalara yönelik sürekli;

- “Siz onlardan değilsiniz.

  • Siz Zaza değilsiniz.
  • Zazalar Alevi düşmanı” diye propaganda yürütecek,

Bunun bir benzeri de Sünni Zazaların bölgelerindeki Kürt şeyhler tarafından yürütülecektir.

  • “Siz Zaza değilsiniz.
  • Zazalar, Dêsim’in Kızılbaşlarıdır!..”

Bu propagandaların 20.yy’a gelindiğinde bayağı bayağı toplumda bir karşılık bulduğuna tanık oluruz.

*

Bir yandan bu nüfus yerleştirme ile Zaza toplumsal grubun arasına setler çekilirken, diğer yandan özellikle Alevi Zazaların bulundukları Kuzey bölgesine Nakşi şeyhleri gönderilecektir.

Bu şeyhler, mollalar (şêxi, mılhey); kendilerini Dêsimli olarak tanıtacak, gittikleri yerlerde de o mahalde olmayan bir aşiretin mensubu olduklarını beyan ederek, kendi asli kimliklerini hep gizleyeceklerdir.

Bu şeyhler, mollalar (Ör. Dêsim’de Coligzadeler) görevlendirildikleri yörelerde açtıkları küçük çaplı özel okullarda aşiret ileri gelenlerinin çocuklarına bir yandan Kuran eğitimi verirken, diğer yandan da içlerinden uygun bulduklarını İstanbul’daki “Aşiret Mektepleri”ne devşirdikleri herkesin malumudur.

Bu okullara giden öğrenciler 5 yılın sonunda; ya askeri, ya da mülkiye okullarına girmeye hak kazanır. Rütbeli asker, ya da vali yardımcısı olarak devletin eli ayağı olma hasebiyle -devlete ve İslam’a bağlı birer birey olarak- kendi yörelerine atanırlar. Hem aşiret ileri gelenlerinin çocukları olmaları, hem devletin askeri- idari makamlarında görev almaları; bulundukları yöreyi dönüştürüp devlete bağlama noktasında büyük önem arz etmektedir.

*

19.yy, Batılı devletlerin Osmanlı sınırları içerisindeki etnik ve dini topluluklara yönelimlerinin iyiden arttığı yüzyıldır.

Bu ilgiden olması muhtemel Zazaca ilk kayıtlar;

  • 1856 yılında Kırım savaşında Rus birliklerine esir düşen Zaza tutsaklarla Roslow’da görüşen Peter İ. Lerch tarafından yapılan derleme kayıtlarıdır. Bu çalışmalar üç cilt halinde Rusça olarak 1856, 1857 ve 1858, aynı kitabın Almancası da iki cilt olarak 1857 ve 1858 yıllarında yayınlanır.
  • Bunun ardından Robert Gordon Latham ile Dr. H. Sandwith derledikleri bir Zazaca sözlük listesini 1856 ve 1860 yıllarında yayınlarlar.
  • 1862’de Wilhelm Strecker ve Otto Blau tarafından Dêsim Zazacasına ait bazı notların yayınlandığına tanık oluruz.
  • Bunların hemen ardından Friedrich Müller Zazaca üzerine dilbilimsel bir analiz yayınlar (1864).

Akabinde;

  • Spiegel (1871),
  • Tomaschek (1887),
  • Geiger (1891-1901) ve
  • Socin (1901),
  • Albert van Le Coq (1903) gibi dilbilimcilerin Zazaca üzerine (Çermik yöresi) çalışmaları izler.

*

1905-1906 yıllarında Prusya Bilimler Akademisi tarafından Batı İrani dillerinin dokümantasyonu ve dilbilimsel analizi için görevlendirilen Alman dil bilimci Oskar Mann, Bingöl ve Siverek bölgelerinde kapsamlı Zazaca derlemeler ve dil kayıtları yapar.

O. Mann’ın ölümünden sonra yarım bıraktığı çalışmaları devralarak ilerleten Karl Hadank, 1932 yılında bu çalışmaları yaptığı gramer analizleriyle beraber “Mundarten der Zâzâ” adıyla kitaplaştırır.

O. Mann (1906) ve K. Hadank (1932)’den sonrasından 1960’a kadar bir suskunluk dönemi yaşayan Zazaca, 1960 sonrasında tekrar hareketlenecek; birçok dilbilimci Zazaca üzerine üniversitelerin dilbilimi bölümlerinde önceleri yurt dışında, şimdilerde hem yurt dışı, hem yurt içinde birçok yüksek lisans ve doktora çalışması yürütecektir.

*

Tekrar 19.yy’a dönecek olursak, bu yy’ın sonlarına gelindiğinde 1. ve 2. Meşrutiyet ile çok partili hayata geçen Osmanlı Devleti’nde kısmi de olsa yapılan demokratik açılımlardan ve Avrupa’dan gelen milliyetçi esintilerden sadece Türkler değil, Anadolu’da yaşayan diğer toplulukların da etkilendiğini belirtmeliyim. Ancak, Anadolu’daki topluluklar içinde bu yenileşme hareketlerinden en çok faydalanan, durumu kendi lehine kullanan Kürtler olacaktır. Kürtler; bu dönemde gerek devlet bürokrasisinde edindikleri mevkiler, gerek bizatihi Sultan Abdülhamit tarafından korunup kollanır olmaları, dahası Doğu sınırının bir baştan bir başa kendilerine emanet edilmesi (Hamidiye alayları) sayesinde, gerekse bu demokratik esintilerin etkileriyle:

  • çeşitli Kürt örgütleri kurma şansı yakalayacak,
  • Kürt dilinde yayınlar yapacak,
  • dahası Kürdistan adıyla Türkçe ve Kürtçe olarak 1898’den 1902’ye kadar bir gazete bile çıkarabilecektir.

*

Zaza toplumsal grubu ise,

  • Bir yandan Kürtler tarafından kuşatılmış olmaları
  • Diğer taraftan dönemin devletinin Zaza sorununu bilfiil Kürtlere havale etmesiyle, Zazaları Kürt siyasetinin içine hapsedecektir.

Etnik hissiyat, bu bağlamda Zaza toplumsal grubunda, özellikle de entelektüel diyebileceğimiz kesimde pek bir karşılık bulamayacaktır.

Sözlü kültürle akıp gelen Zazaca, Zazalar tarafından çalışma sınırımız içinde gördüğümüz kadarıyla ilk defa 1899 yılında yazın hayatına geçebilecektir (Ehmedê Xasi, Mewlid, 1899).

20.yy’da ZAZACA

Zazaların kendileri tarafından yazın hayatının iliki,

  • 1899’da Ehmedê Xasi,
  • ikincisi 1901 yılında Osman Efendiyo Babıc tarafından yazılıp 1933 yılında Şam’da baskıya girebilecek olan “Mewlid” dir.

Bunlardan sonra uzun yıllar herhangi bir esere rastlayamayız.

*

Yukarıda bahse konu ettiğimiz çok partili hayatın getirdiği olumlu gelişmeler ne yazık ki önce Balkanlar, ardından Birinci Dünya Savaşı ile kesintiye uğrayacaktır.

Akabinde, olabildiğince demokrasiden uzaklaşılacak, tamamen elden gitmekte olan “Vatan” gailesi her şeyin önüne geçecektir.

Bu dönemde: Doğu’dan Rus birliklerinin Anadolu’ya girişiyle birlikte Zazalar da dışarıdan gelen bir saldırıyla karşı karşıya kalırlar.

- kimi alanlarda tamamen kendileri olmak üzere,

- kimi alanlarda ise Osmanlı paşalarının komutasında (Deli Halit Paşa gibi) Rus birlikleriyle amansız bir savaşa girerler.

Yazılı ürünün verilmesine rastlamadığımız bu dönemde; Rus Savaşı’nda kaybedilen Dêsimli yiğitlere yakılan ağıtlara bolca rastlamaktayız ki; Zazacanın kalıcılığında bu ağıtların önemli bir yerinin olduğunu da belirtmeliyiz.

 

Savaş sonrası Sevr Antlaşması; Anadolu’da yaşayan halklara bölgesel haklar için ortam oluştursa da bu umut çok kısa sürecek, Ankara Hükümeti’nin iktidarı ele geçirmesiyle tüm umutlar berhava olmakla kalmayacak, yeni rejim Anadolu’yu adım adım yeniden ele geçirecek, tekçi sistemi mutlak kılmak için gereken her araca başvuracaktır.

19.yy’ın sonu ve 20.yy’ın başlarında bahsettiğimiz demokratik açılımların etkilerini görebilmek için gerek Kürt yayıncılığı, gerekse dönemin siyasi partilerinin programlarındaki “anadiller” ile ilgili maddelerine göz atmanın yararlı olacağı kanısındayım.

1908 yılında;

  • “Şark ve Kürdistan” ile “Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi” (aynı isimli cemiyetin yayın organıdır) çıkar.
  • Ardından “Roji Kurdi” (1913), “Hetawi Kurdi” (1913-1914), “Jin” dergisi (1918-1919) yayınlanır.
  • Bu tarihten sonra Kürt yayıncılığı Suriye, Irak ve Ermenistan’a çekilir.

Söz konusu dönemde siyasi parti programlarına baktığımızda “Anadili” kavramı yerine çoğunlukla “Kavim Dili”, “Yöresel Dil”, “Diğer Halkların Kendi Dilleri”, “Yörenin Dili”, “Yöredeki Nüfus Çoğunluğunun Dili” ya da “Azınlık Dilleri” gibi kavramlarla karşılaşırız.

1908 yılında kurulmuş olan “Osmanlı Ahrar Fırkası” programının 19. Maddesinde:

  • “İlköğretim zorunludur.
  • Bütün genel ve özel okullarda eğitim dili Türkçedir.
  • Yöresel dil ikinci planda yer alacaktır”

1909 yılında kurulmuş olan “Osmanlı Demokrat Fırkası” programının 9. Maddesinde:

  • “Ayrılıkçı girişimleri taşımamak koşuluyla, ilkokullarda yöresel dil (Anadili) kullanılacaktır”

1910’da kurulan “Ahali Fırkası” programının 16. maddesinde;

  • Resmi dilin Türkçe olduğu belirtilecek ve devamında
  • “Diğer halkların dillerinde eğitim yapmaları serbesttir” denilecektir.

1911’de kurulmuş olan ”Hürriyet ve İtilaf Fırkası” ise programının 20. Maddesinde:

  • “Köy okullarında ve genel olarak ilkokullarda eğitim yörenin diliyle (anadilinde) yapılacaktır.” der.

1912’de kurulan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura’nın da bulunduğu “Milli Meşrutiyet Partisi” programının 33. maddesinde:

  • “Bütün ilkokul, ortaokul ve ilk öğretmen okulları özel kanunlarla İl Genel Meclislerine devredilecektir.(...)
  • Yöredeki ilköğretim o yöredeki nüfus çoğunluğunun diliyle yapılacaktır.
  • Ancak devletin resmi dili olan Türkçe de bu okullarda mutlaka öğrenilecektir” der.

.

1918 yılında kurulmuş olan “Teceddüt Fırkası” programının 113. Maddesinde:

  • “Devlet ilkokullarında resmi dil öğretimi zorunlu olmakla birlikte yörenin anadilinde öğretim yapılır” denecektir.

Dönemin hükümet eden İttihat ve Terakki Partisi’nin 1909 programının 9. maddesi de konuyu şöyle işleyecektir:

  • “Anaokullarında Türkçe öğretim yapılırken,
  • İlkokullarda eğitim her kavmin kendi dilinde yapılacaktır.”

Aynı partinin Balkan Harbi sonrası -Balkan Harbinde yaşanan travmayı göz önünde bulundurmalıyız- revize ettiği 1913 programının 41. Maddesinde ise şöyle denir:

  • “Türkçe resmi dil olarak okutulurken,
  • her azınlık kendi diliyle de eğitim verebilir.”

(Geniş bilgi için bkz: İsmail Aydın, Siyasi Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim-Öğretim ve Öğretmenler, 1908-1997, Eğitim Sen Yayınları)

Parti programlarından da anlaşılacağı üzere, bu dönemde ülkede “anadilleri/yöresel diller” bağlamında bugün ile karşılaştırıldığında durum oldukça demokratiktir.

Bu da;

  • Anadolu’da yaşayan her bir topluluğun kendi dilini -Ermeniler dışında eğitim dili olmasa da- özgürce kullanabilmesi ve
  • bir kuşaktan diğer kuşağa kolayca aktarabilmesi anlamına gelmektedir.

Bu tarihlerde; Yukarı Fırat bölgesine bakıldığında:

  • Ermenilerin yoğun yaşadıkları köylerde hem kiliseleri, hem okulları,
  • Türkmenlerin okulları,

bulunurken, Zazalar ile Kürtlerin böyle bir şanslarının olmadığı görülmektedir ki son dönemlerde sıkça konuşulan “Lozan” diye bir şey henüz yoktur.

Zazaca; gerek Ermenice, gerekse Türkçe karşısında bu anlamda oldukça şanssızdır.

Şanssız da olsa, Ankara Hükümeti’nin iktidarı ele geçirdiği döneme kadar -o günden bu güne kadar olan süreçten- daha şanslı olduğunu söyleyebiliriz.

Kongre (Ankara) Hükümeti’nin ipleri ele geçirmesiyle birlikte özellikle Anadolu’da yeni bir dönem başlar. Sevr’in tanınmamasıyla birlikte özellikle özerklik, otonomi gibi istemleri olan topluluklar büyük hayal kırıklıklarına uğrar ve İstanbul Hükümeti’nin yanında yer alırlar.

Sadece otonomi-özerklik isteyen topluluklar değil, onların dışında farklı kaygılarla İstanbul hükümeti yanında olup, Kongre hükümetine karşı olanlar da vardır.

Bu vesileyle Anadolu bir dizi çatışmaya sahne olacaktır. 1919’da başlamak üzere 1938’e kadar bu çatışmalı durum devam eder.

  • 1919-1920 boyunca Batı Anadolu, İç Anadolu, Marmara Havzası, Batı ve Doğu Karadeniz hattı derken,
  • 1921 Koçgiri,
  • 1925 Şeyh Said,
  • 1926 Koçan,
  • 1927 Mutki ve Sason ve de
  • 1937-38 Dêsi

Bütün bu hareketlilik Türk dili ve kültürü dışındaki tüm dil ve kültürel topluluklar üzerinden bir silindir gibi geçer.

  • Dêsım’de 1937 sonrasında yaşanan travma,
  • Kuzey dediğimiz bölgede özellikle Koçgiri’de 1921,
  • Merkez Zaza bölgesi dediğimiz Piran ve çevresinde 1925,
  • Mutki ve Sason’da 1927’de yaşanmış bu sebeple de buralarda dilin erozyona uğraması daha erken bir zamanda başlamıştır.

20.yy öncesinde Zazaları birbirinden koparmak ve daha kolay asimile edebilme politikası Zaza bölgelerine yerleştirilen Kürtlere havale edilmişti. 1920 sonrasında Ankara hükümeti tarafından oluşturulacak “Türk Ulusu” yaratma politikasıyla -tamamen devlet eliyle- Anadolu’daki tüm topluluklar gibi Zazalar da Türkleştirmeye tabi tutulacaktır.

Oluşturulan bu “ULUS” politikasıyla;

  • Anadolu’da yaşayan herkes “Türk” ve “Müslüman”dır.
  • “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları başlatılır ve bu çalışmalar sıkı takibe alınır.

Söz konusu dönemin mahkeme kayıtlarına bakıldığında hapis ve para cezalarının “Türkçe konuşmaya muhalefetten” verilmiş olduğu görülür.

1912 yılında kurulan “Türk Ocakları” 1932 yılında “Halkevlerine” dönüştürülecek ve 14 il merkezinde aynı yıl açılışları yapılacaktır ki bu illerden biri Diyarbekir’dir.

Halkevlerinin ulus devlet oluşumuna yardımcı olmak, aynı ideallere bağlı geniş halk kitleleri yaratmak doğrultusunda hareket ettikleri bir vakıadır.

Daha sonra tüm yurda yayılacak olan Halkevleri Yukarı Fırat havzasında Sivas, Elazığ ve Erzincan (1933), Erzurum, Muş ve Bitlis (1934), Bingöl (1936), Dêsim (1937)’de faaliyetlerine başlar.

Zaza yerleşkelerinde bir yandan savaşın yarattığı travma ve korku, diğer yandan yaşanan sürgün vakaları ve okullaşmalar, Zazacanın bundan sonra bir daha eskisi gibi olamayacağı; günden güne eriyip yok olma yoluna gireceği anlamına gelir.

  • Koçgiri (1921),
  • Piran (1925),
  • Mutki (1927) ve
  • Dêsım (1937-38) yıllarına kadar kendi kendini koruyarak gelen Zazacanın kullanımı ve aktarımı bu tarihlerden sonra büyük bir darbe ile karşı karşıya kalır.
  • Bir yandan savaşın yarattığı travma ve sürgünler,
  • diğer yandan kız çocuklarının askerlerce alıkonması,
  • kalan kız çocuklarının bir kısmının Elazığ Kız Öğretmen Okulu’na alınmaları -asimilasyona anne ile başlama taktiği-
  • bölgedeki okullaşma ve karakollaşma ile birlikte uğradığı sekte; ve
  • bölgeden sürgün edilenlerin aflarla tekrar geri dönüşüyle bir darbe daha yiyecektir.

Sürgünlerin döndüğü alanlar; bölgede devletin çok da uğrayamadığı, geçmişte asimilasyondan en uzak olan yerler iken artık asimilasyonun en çok yaşandığı alanlar olacaktır. Çünkü, sürgünden dönenler

  • gittikleri gibi değildir,
  • yeni bir dil ve yeni bir kültürle dönmüşlerdir.

*

Ankara hükümeti;

  • bir yandan militer yöntemlerle coğrafyaya hakim olmaya çalışırken
  • diğer yandan ideolojik ve politik bir kampanya yürütür. Bölgeye gönderdiği asker ve sivil idareciler eliyle Türkçe konuşmayan tüm etnik toplulukların aslında Türk olduğunu kanıtlama çabasına girdiğini, bu konuda bilimsellik iddiasında çalışmalar yaptırdığını görürüz.

Bu dönemde Doğu diye tabir edilen iller hakkında yayınlanan sayısız devlet raporu, kitaplar ve gazete yazılarında buradaki dilsel farklılığın Türkçenin Fars ve Arap etkisiyle bozulmasıyla oluştuğu, halkın öz benliklerini unutmuş Türk boyları olduğu iddialarıyla doludur.

1925 Şubat Şeyh Sait olaylarından sonra, aynı yılın Eylül’ünde hükümet buraların Türkleştirilmesini hedefleyen bir dizi düzenlemeleri içeren Şark Islahat Planı’nı onaylayacaktır.

Bu planın öngördüğü bir dizi uygulamanın yanına;

  • “Bölgede devlet daireleri ve kamusal alanda Türkçe dışında dillerin konuşulmasının cezalandırılması,
  • Kız mekteplerine önem verilerek kadınların Türkçe konuşmasının sağlanması ve
  • leyli iptidailer (yatılı okullar) açılması...” maddelerinin eklenmesi konumuz bağlamında manidardır.

Tek parti dönemi boyunca;

  • devlet umumi müfettişliklerinin kurulması,
  • sürekli sıkıyönetim ilanı,
  • 1930’lu yıllardaki ‘Kadro Hareketi’ ve ideolojisinin olabildiğince yaygınlaştırılması ile
  • 14 Haziran 1934’te kabul edilen İskân Kanunu’yla birlikte Şark Islahat Planı’nın önerileri hepsi asimilasyonu daha hızlandırabilmenin gayretleridir.

*

1935 Tunceli Kanunu ve 1937-38 Dêsim Harekâtı’yla birlikte Dêsim söz konusu uygulamaların en kapsamlı ve de kanlı biçimde hayata geçirildiği alan olmuştur.

1920’den itibaren bölgeye gönderilen askeri ve sivil yetkililer;

  • bölgenin dilsel, inançsal ve toplumsal yapısına,
  • aşiretlerin iç ilişkilerine,
  • silah kapasitelerine, devlete yönelik tutumlarına dair ayrıntılı istihbarat raporları oluşturmuştur.

(Bu neviden istihbarat raporlarının bir benzeri Dêsim ve Kürtlük için yola çıktığı iddiasında olan Colig Nuri’nin Sivas ilinde göz altına alınışında üzerinde de görülür.)

Devletin resmi raporlarında;

  • kullanılan dil,
  • tanımlamalar ve
  • çözüm önerileri geç Osmanlı dönemindeki (19. yy sonlarındaki) raporlarla çarpıcı biçimde benzerdir.

Söz konusu raporlarda ‘çözüm önerileri’ başlığı altında şunları görmekteyiz:

  • Silahların toplanması,
  • aşiret liderlerinin batıya sürgün edilmesi,
  • dağınık yerleşim birimlerinin lağvedilmesi ve halkın ovalardaki büyük yerleşim yerlerine toplanması,
  • fakirliğin ve şekavetin engellenmesi,
  • idari görevlere hükümetin güvenebileceği kimselerin atanması,
  • yol inşaatlarına hız verilmesi…

Böylece:

  • devlet müdahalesinin kolaylaştırılması,
  • okulların açılması,
  • kız çocuklarının okullara alınması ve
  • Türklük propagandası yapılması...
  • Yani, asimilasyon için ne gerekiyorsa ivedilikle sahaya yansıtılır!

1930’lu yıllara gelindiğinde, Yukarı Fırat bölgesinde devletin istediği noktada olmayan tek bir yer kalmıştır: Dêsım!

Buranın üzerinde tam hakimiyet sağlamak ve kendi tabiriyle bu çıbanı kökünden kazıyıp atmak için 25 Aralık 1935’te Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun çıkarılmıştır.

1937’nin bahar ve yaz aylarında askeri kuvvetler operasyon yürütmüş, birçok aşiret lideri öldürülmüş veya tutuklanmıştır.

Devletin ‘isyancıların’ lideri olarak tanımladığı Seyit Rıza;1937/Eylül ayında teslim olmuş ve 15 Kasım 1937’de oğlu ve diğer beş Dêsim önde geleniyle birlikte idam edilmiştir.

 

Seyit Rıza’nın teslim oluşu, dönemin basınında ve devlet elitlerinin demeçlerinde Dêsım’de devlet otoritesinin tam anlamıyla tesis edilmesi biçiminde yorumlanmıştır. Dönemin başbakanı İsmet İnönü;

  • “Dersim’de Jandarma ve hükümet kuvveti tamamıyla tesis edilmiş ve buralarının Ankara sokaklarından bir farkı kalmamıştır” ifadesini kullanmıştır.

Ne yazık ki bu açıklama ve beyanatlara rağmen;

  • 1938’in bahar ve yaz aylarında harekâtın ikinci safhası gerçekleşmiş;
  • operasyonlar iyiden iyiye genişletilerek kendine ‘ehl-i muti’ diyen aşiretleri de kapsamış,
  • katliamlar kitleselleşmiştir.

.

Bu süreçte (diğer yerlerde de olduğu gibi)

  • yerel halkın bir kısmı milisliğe zorlanmış,
  • komşu Sünni Zaza aşiretlerden makaracılar oluşturulmuş,
  • devlet güçleri; aşiretler, bireyler ve inançlar arasındaki husumetleri kullanarak can kayıplarının yanı sıra, ileriki yıllarda da etkisini sürdürecek biçimde birlik hissinin tahrip olmasına,
  • parçalı bir yapının derinleşmesine ve toplumsal ilişkilerde güvensizliğin artmasına sebep olmuştur.

Ardından başlatılan zorunlu göç;

  • travmayı iyiden iyiye tırmandırmış,
  • kitleler kime ve neye güveneceklerini, kime ve neye inanacaklarını adeta şaşırmıştır.

 

Zorunlu göç ettirilen Dêsimliler; daha önceleri Koçgiri’den, Piran ve çevresinden, Mutki ve Sason’dan göç ettirilenler gibi Türk nüfusun ağırlıkta olduğu bölgelere yerleştirilerek dillerini ve inançlarını unutmaları hedeflenmiştir.

 

Sürgün edilenlerin geri dönüşüne izin veren yasal düzenleme ancak 1947 yılında yapılacaktır.

*

Artık hiç bir şey eskisi gibi değildir. Ne dil, ne inanç, ne de kültür...

  • Memleketin siyasetini belirleyenler çoğunlukla katledilmiş.
  • Kalanları sürgün edilmiştir.
  • Sürgüne gidenlerden bir kısmı yeni yerlerinde siyasetin birer belirleyeni olamamanın verdiği derin acıyı yaşarken ve tekrar eskisi gibi sahibi oldukları, siyasetini belirlemede bir biçimde aktörü oldukları topraklara dönmek için yanıp tutuşurken,
  • Terke zorlandıkları topraklarda siyaseti belirlemede hiç bir rolü olmayan kesim ise yeni yerlerinde kendilerini daha mutlu hissetmektedir.

Muhtemeldir ki bu sebeple memlekete dönüşün serbest kılınması sonrasında bu ikincileri eski topraklarına dönmezken; öncekileri acilen yurtlarına dönerler.

  • Ancak ne kendileri eskisi gibidir, ne de yurtları!..
  • Döndükleri yurtlarında da siyasetin dışında kalırlar.
  • Artık buraların siyaseti tamamen Türk devletinin eline geçmiştir.

Gerek geri dönenlerin gördüğü bu tablo, gerekse sürgün edilmeden kalan tek tük aşiretlilerin bu durumda yeni bir savunma mekanizması geliştirdiklerine tanık oluruz.

Bu savunma mekanizması, çocuklarını okullara göndererek yeni siyasete ortak (dahil) olmanın bir biçiminde yollarını aramaktır.

  • Kimileri bu uğurda topraklarını peyderpey satıp çocuklarını okuturken,
  • bölgede kalan (sürgün edilmeyen) bölge siyasetinin öznesi olmayan kimseler ise çocuklarını okutma yerine, çoluk çocuk daha çok çalışarak mülk edinmenin gayreti içinde olurlar.

İşte bu çocuklarını okutarak siyasetin birer aparatı olma isteğinde olan geçmişin dil ve kültür taşıyıcıları bir yerde dil ve kültür bağlamında kendi tercihleriyle asimilasyona teslim olurlar ki burada Zaza dili ve kültürü taşıyıcılarını yitirdiği yetmezmiş gibi o taşıyıcıların asimilasyona bilfiil katkı sunduklarına da tanık olunacaktır.

 

O günler; ülkede tek parti döneminin sona erdiği, çok partili (ya da Demokrat partili) dönemdir. 1940’larda faaliyete geçen Köy Enstitülerinin (Akçadağ 1940, Sivas 1941, Erzurum 1942 ve Dicle 1944) ardından “İlk Öğretmen Okulları projesi” hayata geçirilir.

1960’lı yılların liberal politikaları gençleri öğretmen okullarına yönlendirirken Mameki merkeze de bir öğretmen okulu inşa edilir.

Öğretmen okullarına dönüştürülen Köy Enstitülerinin yanına eklenen Tunceli Erkek İlk Öğretmen Okulu diğerleriyle birlikte bölgede anadili asimilasyonunda önemli bir rol üstlenir. Bundan böyle Köy Enstitülü öğretmenlere bir de “İlk Öğretmen Okullu” öğretmenler katılacaktır.

Onlar da abileri gibi çocuklara evlerinde dahi kendi dillerine yasak koyar ve köylerin en güzel kızlarıyla evlenirler. Evlendikleri kadınlara ve çocuklarına da anadillerini bırakarak, iyi bir Türkçe öğrenmeleri doğrultusunda telkinlerde bulunurlar.

Hızlanan karakol ve okullaşmanın (özellikle de 1957 ve sonrasında açılan “Yatılı Bölge Okulları”) yanına bir de hızlanan yol, köprü, sulama kanalları eklenir.

Yani 19.yy’da raporlarda belirtilenler eksiksiz yerine getirilmeye çalışılır.

Bu hamlelerle bölge daha fazla beyaz katliama maruz kalır.

Bu dönem:

  • bir yandan Zazacanın en iyi yaşatıldığı uzak köy ve mezralardan bu yatılı okullara çocuk taşıma,
  • diğer yandan gençlerin öğretmen okullarına yönlendirildiği dönemdir.

Bölge yatılı okullarında otoriteye tapınma ve mutlak itaat ile yeni bir dile adapte olmak dayatılırken, buradaki en büyük rolü üstlenenler; yukarıda da belirtildiği üzere, bu topraklardan önceleri Köy enstitülerine, akabinde İlköğretmen Okullarına giden; yani bu toprakların çocukları olacaktır.

Sünni bölgelerde bu yöntemlerin yanı sıra, bir de 1925 Şeyh Sait olaylarında Diyarbekir’de idam edilenlerin torunlarının alınıp özel olarak yetiştirilip tekrar bölgeye gönderildiklerine tanık oluruz.

Bölgedeki Ülkü Ocaklarının lider kadrosunun neredeyse tamamı bu çocuklardan devşirilerek ve bunlar eliyle, buralarda Türk milliyetçiliği yaygınlaştırılacaktır.

Aynı dönemlerde bölgede müzikle ilgilenenlerin radyo evlerine taşınmaya, onların melodi ve müzikleri ile Zazaca kılamlar yerine ve hatta onların melodi ve müzikleri ile- Türkçe türküler ve deyişler okumaya başladıklarına tanık oluruz.

Söz konusu dönemde;

  • Kuzey Zazalarında sol ve Kürdi,
  • diğer Zaza bölgelerinde sağ, muhafazakar ve Kürdi bir çizginin gelişmeye başladığına tanık olunur.

.

Kuzey Zazalarında Dêsim, burada öncü bir rol oynar. Bir araya gelen Dêsimli gençler tarafından (Çoğu üniversiteli) Ankara’da Tuncelililer Kültür Derneği kurulacak, hemen akabinde (1957) İstanbul’da şubesi açılacaktır.

Tunceliler Kültür Derneği “Ceride-i Dersim” adından bir gazete çıkarır.

Bu gazete yazılarını incelediğimizde;

  • Yazılarında esprili bir dil kullanıldığını;
  • Siyasi hicivlere ve Dêsim’in insanlarıyla ilgili komik hikâyelere yer verildiğini,
  • Ancak Zazaca tek kelimenin kullanılmadığını görürüz.

.

İstanbul derneğinin yöneticisi olan ve Ceride-i Dersim gazetesini çıkaran ekip içinde Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şıvan), Ali Anagür, Hüseyin Akar gibi, o dönem İstanbul’da üniversite eğitimi alan ve yeni oluşan Kürt hareketi içinde yer alan genç Dêsımliler bulunmaktadır.

*

1960 Darbesi ve 49’lar davası yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır.

Bu dönem, Türkiye’de Kürt hareketinin gelişmesi için yeni dinamiklerin sunulduğu bir dönemdir diyebiliriz.

Dönemin toplumsal muhalefetiyle paralel biçimde Kürt hareketi sosyalist bir çizgide gelişmeye başlayacak, adım adım bölgeyi kuşatacaktır.

Aynı günlerde Dêsım toplumu ise 1960’larda ülke çapında yaşanan sol politizasyon sürecinde sol partiler, devrimci örgütler, sendikalar ve öğrenci örgütlenmeleri içinde yoğun biçimde yer almaya başlayacaktır.

1961 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve onunla bağlantılı Sosyalist Kültür Dernekleri kurulmuştur. TİP Tunceli gibi doğu illerinde Kürt siyaseti etkisindeki kimseler tarafından oluşturulacak, kısmen Kürtlük bilincine sahip kısmen de sol eğilimli kesimin desteklediği bir parti olma yoluna girecek bu doğrultuda Dêsim’de de bir taban bulacaktır.

Parti içinde yer alan Tarık Ziya Ekinci, Naci Kutlay, Kemal Burkay gibi isimler oluşan “Doğulular ekibi” parti siyaseti vasıtasıyla Kürt meselesini gündeme getirmiş ve parti programında Kürtlerin taleplerinin yer alması için uğraşmıştır.

Kemal Burkay ve Tunceli’deki TİP üyeleri 1968’den itibaren “Ezilenler” adıyla yerel bir gazete çıkarmış, bu gazetede:

  • Yerel sorunlar, haksızlıklar ve TİP’in politikaları üzerine yazılar yer almış.
  • Mizahi şiirlerde Kürtçe kullanılmış,
  • Ancak bu yayında da Zazacaya yer verilmemiştir.

Görülen o ki, 1960’lardan itibaren sosyalist yapılar ve Kürt siyasi örgütleri Dêsim toplumu içinde etkili olmayı başarmıştır.

Siyasi perspektifleri sosyalist devrim veya bağımsız Kürdistan için mücadeleyi içeren bu siyasi oluşumlar, söylemlerinde:

  • 1937-38’i “isyan”, “başkaldırı” ve “ayaklanma” biçimlerinde tarif ederek kendi mücadelelerine tarihsel bir dayanak oluşturma enstrümanı olarak kullanmışlardır.

Aynı dönemde Dêsim toplumu, Almanya’yla Türkiye arasındaki ilk göçmen işçi anlaşması ile birlikte Avrupa’ya yoğun göç veren illerin başında gelir.

Bu ve ardından sürecek göçler sonrası;

  • Dêsim giderek insansızlaşır, dilinden ve kültüründen uzaklaşırken
  • Avrupa ülkelerinde de geniş bir Dêsimli diaspora oluşacaktır.

*

TİP’in Dêsim’de estirdiği rüzgar, Türkiye geneline bakıldığında neredeyse tüm Zaza kentlerinde etkili olmuştur.

  • Vekil çıkaramaması (Urfa’da 1 vekil çıkarılmış ve bu özellikle Siverek’ten gelen oylar sayesinde olmuştur) söz konusu illerin toplam seçmen sayısı, illere verilen vekil sayısı ve oy dağılımlarıyla ancak açıklanabilir.
  • Değilse Zaza bölgelerinde alınan oylara baktığımızda Türkiye ortalamasının üzerindedir. (Türkiye ortalaması % 2,9 ile 15 vekil. Bu oran Zaza bölgelerinde ise % 4’tür)

Daha sonraları Zaza bölgelerinde Dêsim, Gımgım (Varto), Siverek ve Diyarbekir’de “sol-sosyalist hareketlerin buldukları taban esas olarak bu TİP tabanıdır” dersek, hiç de abartmış olmayız.

Almanya’ya verilen göçlere baktığımızda Dêsim’in ardından diğer Zaza illeri gelmektedir. Özellikle

Alevi Zazalarda bu göçün daha yoğun olduğu bir vakıadır.

Bu göçler; bir yandan yurt dışında güçlü bir Zaza nüfusu diasporası oluştursa da, bu diaspora da Zazacı bir yan olduğunu söylemek pek mümkün değildir.

İlk dönemlerinde Alevi Zaza nüfusun sol-sosyalist ve Kemalist çevrelerde; Sünni Zazaların ise muhafazakar ve Türk milliyetçisi çevrelerde kümelendiklerini -Anadolu’da olduğu gibi- görürüz.

Bu durum; onlarda geç dönem kimlik bilinci oluşmasında önemli bir etken olacaktır ki, bu da Zaza dili ve kültürü bağlamında olumsuz bir etkendir.

Sağ ve muhafazakar örgütlenme içerisinde olan Kürtlerde nasıl ki daha erken kimlik bilinci (Ör: Elazığ) oluştuysa (muhtemeldir ki “kimlik” siyasetinden gelmiş olmaları bunda büyük bir etkendir) Zazalarda da aynı biçimde Türk milliyetçisi çizgisinden gelenlerde bu kimlik bilinci daha erken oluşmuştur.

1970’li yılların sonlarına doğru Ovacık’ta öğretmenlik yapan Ebubekir Pamukçu’da bu tavır net olarak görülür (Daha sonraları Avrupa’da Zaza uyanışının kıvılcımını çakan kişi olacaktır).

*

1968 rüzgarı tüm dünyada olduğu gibi Anadolu’yu, dolayısıyla Zaza coğrafyasını da 1970’li yıllar boyunca etkisi altına almıştır.

1960’lı yıllarda başlayan TİP ve Kürt siyasal hareketindeki gelişmeler metropoldeki öğrenci hareketliliğiyle 1970’lerin başında daha farklı bir boyuta ulaşmış. Dahası bu gençlik; kurtuluşu dağlarda aramaya başlamış ki, bu dağlar ya Zaza coğrafyasının çeperinde, ya da tam da içinde olmuştur.

  • Bir yandan Nurhak-Kürecik hattı,
  • Diğer yandan Dêsim ve Siverek!

Türk Sol hareketleri olarak nitelenen ve dar bir kadroya sahip olan bu hareketler kitleselleşemeden 1971 cuntasıyla büyük bir yenilgiye uğrar.

Ancak, her ne hikmetse böyle bir yenilginin akabinde Dêsim gibi bir yerde bu hareketlerden biri hızla büyüyecek, dahası arkadan gelen diğer sol gruplarda azımsanmayacak boyutta öğrenci gençlik ve öğretmenler arasında taban bulabilecektir.

  • Bir yandan sol literatürün Türkçe okunup, Türkçe tartışılıyor olması;
  • Diğer yandan bu sol hareketlerin dil ve kültürü “yerellik” ve “feodallik” olarak değerlendirmeleri, onları dil ve kültüre vurulacak darbenin yeni enstrümanları haline getirecektir.

*

1970’li yılların ikinci yarısında, Apocu hareket olarak bilinen, Kürt siyasal oluşumunun ilk başlarda;

  • buralardaki lümpen gençliği seçmesi,
  • 1921, 1925, 1926, 1927, 1937-38’de yaşananları alabildiğine kullanması,
  • bunlar üzerinden özellikle “Türk Sol Hareketlerine” karşı gözü kara bir mücadeleye girişmesi,
  • bir yandan bu hareketlerde mağdur olan ailelerin sempatisini kazanırken,
  • diğer yandan Zaza çocuklarının hiç acımadan birbirlerine kıymalarına sebep olacaktır.

Bu da; geleneksel kültürü aşındıran bir vakıa olarak karşımıza çıkar.

1970’li yılların ikinci yarısından sonra Dêsim, Bingöl, Gımgım ve Diyarbekir’de güçlü bir taraftar bulan bu hareket, bir zaman sonra:

  • bir yandan önce Dêsimli, sonrasında Bingöllü Zaza unsurları kendi içinde elimine etmesi,
  • Diğer yandan da sahada kitlesel katliamlara girmesi,
  • 1990’lı yıllara geldiğimiz bu günlerde diasporadaki Zazalarda görülen kimliksel uyanış, tarihsel süreç içinde iletişim teknolojilerinin gelişimiyle yaygınlaşmış,
  • Türkiye metropolleri ve Zaza coğrafyasında da bir karşılık bulmaya başlamıştır ki, bu bir yerde kültürel öze dönüş demektir.

Memleketleri dışında yaşayan Zazalar 1990’larda siyasal, kültürel ve etnografik dergiler, tarihsel incelemeler, romanlar ve dernekleşme faaliyetleriyle kimliksel yeniden inşa pratiklerini peş peşe ortaya koymaya başlarlar.

Söz konusu dönem, aynı zamanda hemşeri derneklerinin faaliyetleri ve dayanışma platformlarının oluşturulduğu, bu derneklerde bir araya gelerek kendi dil ve kültürlerini kısmen de olsa dillendirdikleri dönemdir, artık...

Görünen o ki;

  • Artık Zazalar kurdukları hemşeri dernekleriyle,
  • Çıkardıkları dergi, kitap ve gazetelerle yenden şekillenmeye,
  • kendilerine yeni bir siyasal çizgi oluşturmaya başlamışlardır.

*

ZAZA KİMLİK UYANIŞI

Zaza kimlik uyanışı ve anadili farkındalığı olarak tanımlanacak süreç 1980’lerin sonunda Avrupa’ya siyasi mülteci olarak göçmüş, daha çok Dêsimli ve Diyarbakırlıların dilsel ve etnografik çalışmaları ve örgütlenme faaliyetleriyle başladığını, söyleyebiliriz.

Bunun esas olarak Avrupa’da başlayıp filizlenmesinin nedeni; elbette azınlıkların dernekleşmesi ve kültürel yeniden üretim faaliyetleri içine girmeleridir.

Ancak; burada kültürel çoğulculuğu destekleyen Avrupa kriterlerini de unutmamak gerekir.

Ayrıca, 1980’lerin ortasından itibaren Avrupa’da dergiler etrafında gelişen Zaza farkındalığı; Dêsimli ve Diyarbakırlı Zazalar dışındaki Zazaların da kendi kültürel kimliklerini fark etmelerine temel oluşturacaktır.

Bu siyasi çizgide olan Zaza entelektüeller; Avrupa’da dilsel ve kültürel incelemelere odaklanan pek çok dergi çıkarmıştır.

Bunların başlıcaları:

  • Ayre (1985-87, İsveç),
  • Piya (1988-1992, İsveç),
  • Raya Zazaistani (1991, İsveç),
  • Berhem (1988-1993, Stockholm ve Ankara),
  • Waxt (1990-91, Almanya),
  • Desmala Sure (1990-1996, Londra),
  • Raştiye (1991-95, Fransa-Almanya),
  • Ware (1992-2003, Frankfurt),
  • Tija Sodıri (1995-1997, Frankfurt),
  • Kormışkan (1995-97, İsveç),
  • Şewq (1995, Almanya),
  • Zerqê Ewroy (1990, Almanya)...

Bu dergilerde;

  • Zazaca dili,
  • Zaza toplumunun etnik kimliği ve tarihsel kökenleri,
  • Zaza folkloru,
  • inanç sistemi ile
  • 1921, 1925 ve 1937-38 kırımı üzerine yazılar mevcuttur.

Aynı zamanda bu dergiler Zaza yaşlıların (özellikle Dêsim) kaynaklık ettiği sözlü tarih anlatılarının toplanması ve folklorik derlemelerin kayda geçmesi için de önemli birer etken olmuştur.

1980’den sonra sosyalist ve Kürt bağımsızlıkçısı örgütlerle bağları zayıflayan Avrupa ülkelerindeki kimi Dêsimliler (Dêsim’i “Kırmanciye” olarak, dillerini de Zazaca tanımlaması dışında tutma gayretinde olan kesim) de kendi kimliklerine dair bir arayışa girmiştir.

Küresel ölçekte eski sol olarak tarif edilen sınıf mücadelesinin zayıflaması, kimlik siyasetlerinin kuvvet kazanması ve Avrupa ülkelerinde etnik azınlıkların örgütlenmesine imkân sağlayan altyapı; bu kökenlere dönüş hareketini besleyen faktörler olmuştur.

Bu çerçevede:

  • Avrupa’daki Dêsimliler Zazaca anadili,
  • Dêsim inancı,
  • kültürü ve
  • 1937-38’e dair sözlü tarih çalışmalarını konu edinen etnografya dergileri ve dernekler etrafında örgütlenmeye başlamıştır.

1990’ların ortasında Dêsim yerelinde yaşanan ve ağır toplumsal tahribat yaratan köy boşaltmaları dil ve kültür erozyonu yanında Dêsim kültürüne ve tarihine dönük ilgiyi de tetiklemiştir, diyebiliriz.

Bu dönemde Kürt hareketinin ve sosyalist örgütlerin Dêsim toplumuna müdahaleleri ve Dêsimli kimliğine ilişkin iddiaları da yüksek sesle eleştirilmeye başlanmıştır.

Özellikle; yerel kültürün “ilkel, gerici, feodal” olarak nitelenmesi, bu entellektüel kesim arasında sıkı bir kırılmaya neden olmuştur.

Evrensellik iddiasındaki devrimci Dêsimliler, anadilleri yerine, Türkçe diliyle siyaset yapmış;

  • Dêsim toplumunda Zazaca dilinin ötekileşmesine,
  • Türkçenin daha saygın görülmesine neden olmuşlardır.

Bu siyasetler;

  • söz sahibi aile ileri gelenleri ile Alevi dedelerini köylerden kovmuş,
  • köylülerin inançlarından ve kültürlerinden (dolayısıyla dillerinden) uzaklaşmasına yol açmıştır.

Bu düşüncede olan, özellikle entelektüel kesimin bir kısmı kendini Zaza milli davası yanında bulurken, az önce sözünü ettiklerimizin ise özellikle son yüz-iki yüz yıldaki inanç propagandasının etkisinde kalarak kendilerini “Zazalık” dışında, yerel tanımlama olan “Kırmanclık”la tarif etmeye başladıklarına tanık olmaktayız.

*

Bu yıllarda, özellikle 1980’lerde ve 1990’larda yayın hayatına baktığımızda görülen şudur:

  • 1937-38’i katliam ve soykırım olarak niteleyen ve Zazaca dilinde yazılan birçok kitap hakkında toplatma kararı verilmiş ve yazarlarına davalar açılmıştır.
  • 1983’de yürürlüğe konan 2932 sayılı “Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun”un 1991 senesinde kaldırılması; Kürtçe ve Zazaca dillerinin kitaplar, dergiler ve müzikal çalışmalarda kullanılmasını mümkün kılmıştır.
  • Ancak bu yayınlar yine de yasaklama ve toplatılma uygulamalarıyla karşılaşmıştır.
  • Mustafa Düzgün ve Hawar Tornêcengi’nin hazırladığı 1992 yılında basılan ve Zazaca dilinde ağıtları içeren “Taê Lawıkê Dersimi/Dersim Türküleri” adlı kitap toplatılmış ve yayıncıları hakkında dava açılmıştır.
  • Kaynak Yayınları tarafından Dêsimli araştırmacı ve yayıncı Mesut Özcan’ın hazırladığı “Dersim/Zaza Atasözleri” kitabı 1992 yılında basıldığını da hatırlatmak gerekir

Bu yıllardaki yayın hayatının Mıhemed Malmısanıj tarafından kaleme alınıp 1987 yılında Uppsala’da basılan ”Zazaca -Türkçe Sözlük” ile başladığını görürüz.

Bunu takiben 1999 yılına kadar:

  • 2 Antoloji,
  • 1 Araştırma,
  • 1 Biyografi,
  • 5 Çocuk Edebiyatı,
  • 2 Dilbilgisi-Gramer,
  • 10 Halk Edebiyatı-Folklor,
  • 6 Hikâye-Masal-Roman,
  • 3 Mizah-Fıkra- Bilmece,
  • 3 Röportaj,
  • 5 Sözlük-Atasözleri ve
  • 9 Şiir kitabı yayınlanmıştır.

Bunların;

  • 18’i İstanbul,
  • 19’u İsveç,
  • 6’sı Almanya ve
  • 2’si Ankara baskılıdır.

1990’larda Zaza toplumunun kimliksel uyanışının yaşandığı bir diğer alan, müzik olmuştur.

  • Metin-Kemal Kahraman kardeşler, modern Dêsim müziğinin ve Dêsim toplumundaki kültürel derleme öncüleri olurken,
  • Rençber Aziz İstanbul’dan (akabinde Almanya’dan) Bingöl toplumundaki derlemeciliği Bingöl Zazacasıyla duyuracaktır. Aziz, 1973 yılında İstanbul’da sisteme muhalif olmaktan tutuklanır ve Almanya’ya geçer. “Dılo, Dılo” ve “Way Way Ninna” ile Zaza müziğine büyük katkılar sunar.
  • Metin Kahraman’ın 1991 yılında Hasan Saltık’ın prodüktörlüğünde çıkardığı “Seher Yeli-Desmal” albümünden beri Zazaca derlemeleri ve özgün şarkıları albümlerine koymaktadırlar.
  • 1997 yılında “Yaşlılar Dersim Türküleri Söylüyor” adıyla yaşlı nesil Dêsimlilerin ağzından geleneksel Dêsim türküleri ve ağıtlarına yer verdikleri bir albüm çıkarmışlardır ki, bu albüm Zazacaya gönül verenleri oldukça coşturmuş; dahası bu alanda ürün vermeye teşvik etmiştir.

Zaza coğrafyası 1970’lerden itibaren politik ve askeri çatışmaların yaşandığı bir bölge olmuştur.

  • 1979 yılında ilan edilen sıkıyönetim 1980 darbesinin ardından devam etmiştir.
  • 1987’den sonra bölgenin neredeyse tamamında olağanüstü hal ilan edilmiş ve OHAL yönetimi 46 kez uzatılarak 2002’ye kadar sürmüştür.
  • 1990’larda bu coğrafya, köylülere, siyasi temsilcilere ve hak savunucularına karşı işlenen insan hakları ihlallerine, faili meçhul cinayetlere ve kitlesel köy boşaltmalara sahne olmuştur.
  • PKK ile devlet güçleri arasında yükselen çatışmalar, iki taraftan da halka dönük işlenen şiddet olayları ve kitlesel köy boşaltmaları; 1990’ları Zaza toplumu için oldukça karanlık ve acılı bir dönem kılmıştır.

PKK ile çatışmaların yoğunlaştığı 1994 ve 1995 yıllarında;

  • sadece Dêsim’de 183 köy ve 823 mezranın boşaltıldığı,
  • 939 kişinin zorunlu göç uygulamasına tabii tutulduğu kaydedilmiştir.

Bu dahi başlı başına anadilinin nasıl darbelendiğinin bir göstergesidir.

Boşaltılan bu köy ve mezraların Zazacanın en yoğunluklu olarak kullanıldığı alanlar olduğu, bir realitedir. Demem o ki; 1990’ların ortasındaki kitlesel zorunlu göç, yarattığı insani tahribatın yanında, Zaza toplumunda anadilin ve geleneksel kültürün yeniden üretildiği köy yaşantısını büyük ölçüde tahrip etmiştir.

 

1921, 1925, 1926, 1927 ve 1937-38 gibi bir kolektif travmaya neden olan 1994-95 köy boşaltmaları; tüm Zaza Coğrafyasını derinden etkilerken, özellikle Dêsim toplumunun kültürel söylemlerinde sıklıkla “ikinci 38” biçiminde değerlendirilmiştir.

Ancak bu tahribat; özellikle Dêsim dışında aynı zamanda kültürün ve yerel hafızanın korunmasına dair bir bilinç yaratarak kimliksel uyanışı tetikleyen bir etkiyi de oluşturmuştur.

Dêsimli kültür-sanat üreticileri kaybedilen, yok olmanın eşiğinde görülen kültürel özün kayıt altına alınması için derlemelere ve sözlü tarih çalışmalarına bu tarihlerden sonra hız vermiştir.

*

Dêsimlilerin bu çalışmaları;

  • Zaza coğrafyasının diğer kısımlarına da sirayet etmiş,
  • 1990’lı yıllarda Avrupa’da bir araya gelen Zaza entelektüelleri birlikte dil araştırmalarına girmiş,
  • dahası kimi dilbilimcilerle birlikte Zaza dilinin gramerini, yazım kurallarını tespit etmeye çalışmış ve bu çalışmayı “RASTNUSTENA ZONÊ MA” ve “Zazaca Okuma Yazma El Kitabı” (Almanya, Aralık 1993 ve 1997) ile Zazacanın yazın hayatına önemli katkılar sunduklarına tanık olunur.
  • Bu birlikte çalışma daha ilerilere taşınarak SERBESTİYE adında bir örgütlenmeye kadar gitmiştir.
  • Bu çalışmalar önce Türkiye metropollerinde, akabindeki bu metropollerdekiler aracılığıyla Zaza coğrafyasına yayılmaya başlamıştır.
  • Bir yandan bu örgütlü çalışmalar, diğer yandan yayındaki gelişmeler ile müzikteki kendine dönüş; dil üzerinde oldukça önemli etkiler yaratmıştır
  • Sadece Zaza davası gönüllülerinde değil, sol-sosyalist hareketle hala bağlarını koparamamış olanlarda da, bu yönde adımlar atıldığına tanık olunmuştur.
  • Ki; bu grupların kurdukları yöresel derneklerde ara ara da olsa Zazaca konuşulur olmaya başlanmış.
  • Dahası evlerde çocuklar anne ve babalarını neden Zazaca bilmedikleri noktasında sorgular olmuştur.

Buraya kadar irdelemeye çalıştığımız noktalardan biri daha var ki; onu anmadan geçersem bu çalışma eksik kalmış olacak.

  • Dilin kullanımı doğrultusunda bakılabilecek bir başka veri de nüfus sayımlarıdır. Çok güvenilir olmasa da (bir yandan sayım memurlarının yönlendirmesi ve tavrı, diğer yandan sayıma katılanların korkuları) yine de bakılmaya değerdir.

1927 sayımından itibaren en son 1965 nüfus sayımı olmak üzere, nüfusun “anadilleri ve dinlerinin” sayım sonucunda kamuoyuna açıklandığına tanık oluruz.

(Ör: 1927 sayımında etnik ve dini yapının anlaşılmasına yarayacak 3 soru sorulmuştur:

  • anadil,
  • tabiyet ve
  • din)

Ancak 1950 sayımlarına kadar, Kürtçe ile Zazacanın ayrı sorular halinde sorulmadığını görürüz. Kürtçe konuşan da, Zazaca konuşan da; burada Kürtçe hanesini işaretlemiştir. Bu bir yandan Zaza toplumsal grubunda dillerini Türkçe konuştuklarında “Kürtçe” tanımlama algısı oluştururken diğer yandan bizim verileri sağlıklı okuyabilmemizi engellemektedir. Hele bir de o dönem il ve ilçe oluşumları, dahası bu il ve ilçelerin coğrafi sınırları ile günümüz sınırlarının çakışmaması bir başka handikaptır.

1935 sayımı ve sonrasında 1927 yılı kadar gerçekçi ya da gerçeğe daha yakın rakamlar elde edemeyeceğimizi düşündüğümden erişebildiğim illerin 1927 sonuçlarına baktım.

Bunlardan:

  • Erzincan ilinde toplam (132.147) nüfusun 77.149’u Türkçe, 54.877’si Kürtçe;
  • Diyarbakır’da 56.150 kişi (% 28.9) Türkçe konuşurken, 132.209 kişi (% 68.03 Kürtçe),
  • Giresun’da 21 kişi Kürtçe,
  • Elazığ ilinde örneğin: Palu nüfusu toplam: 35.000, Türkçe: 8.816, Kürtçe: 26.008 kişi
  • Maden’de 10.019 kişiden 2.452’i Türkçe, 7.544’ü Kürtçe konuştuğunu ifade etmiştir.
  • Baskil ve Keban’da Zaza nüfus oldukça az olduğundan bu ilçeleri alma gereği duymadım.
  • Elazığ merkezde ise; 79.000 kişiden 60.740’ı Türkçe, 16.700’ü Kürtçe konıuştuğunu ifade etmiş görünüyor.
  • Urfa’da ise 82.182 Türkçe, 82.788 Kürtçe, 25.593 kişi Arapça,
  • Muş ilinde 7.283 kişi Türkçe, 34. 897 kişi Kürtçe konuştuğunu beyan etmiştir. (Bu dönemde, Muş ve ilçelerinin toplam nüfusu584 kişiolup, bu nüfusun 21.499 kişisi Muş’ta, 9.822 kişisi Varto’da, 6.966 kişisi Malazgirt’te ve 5.297 kişisi de Bulanık’ta bulunmaktadır.)

Sayımların dil sınıflandırmaları arasına;

  • 1950’den itibaren Kürtçenin yanı sıra Zazaca, Kırmancca ve Kırdaşca gibi kategoriler de eklenmiştir.

Bundan önceki sayımlarda Zazacanın Kürtçe kategorisinde gösterildiğini daha önce belirtmiştim. Sonraki sınıflandırmaların ise pek bilinçli yapılmadığı, dillere verilen yerel adların yarattığı kafa karışıklığı neticesinde gerçekleştiği görülüyor.

Öyle ki Kırdaşça’nın Dêsım, Sivas, Malatya gibi yörelerde Zazaca konuşanların Kürtçeye verdiği ad olduğunun bilincinde değiller.

Kırmancca ifadesi ise muhtemelen Kürtçenin Türkiye’deki ağırlıklı adlandırması olan Kurmançcayı ve Dêsim-Zaza aşiretlerinin konuştuğu Zazacayı adlandırma biçimi olan Kırmancki’yi kapsayacak biçimde bir ve yanlış kullanımının ürünü olduğunu söyleyebiliriz.

1950 sayımında anadili bakımından Dêsim’de;

  • 056 kişinin Kürtçe-Kırmancca, 1437 kişinin Kırdaşça, 3529 kişinin Zazaca olarak konuştukları dilleri nitelemeleri bunu doğrulamaktadır.

Zaman ilerledikçe kafalar daha fazla karışmakta

  • 1965 sayım sonuçlarında Dêsim’de 33.431 Kürtçe, 0 Kırmançca, 12 Kırdaşça ve 7 kişi konuştuğu dili ZAZACA olarak niteleyebilmiştir!..

Nüfus sayımlarındaki anadili seçeneğine baktığımızda hala daha kimilerimizin kafasının neden bu denli karışık olduğunu; konuştuğu dilin

  • Kürtçe mi,
  • Kırmançça mı,
  • Kırmancki mi,
  • Zazaca mı olduğunun ayırdında olamayışını, biraz daha anlamlandırabiliyoruz...

Zazaca yayın hayatına baktığımızda, 1920’lerden 1960’lara kadar olan dönemde hiç bir Zazaca metne rastlanılmaz. İlk defa İstanbul’da ‘Roja Newe’ adı ile yayınlanan bir Kürt dergisinde 2 tane Zazaca metne rastlarız.

  • Bunlardan biri Bingöl yöresinden bir kılam,
  • diğeri ise bir Kürt sürgününün anılarıdır.

1975 sonrası Ankara’da ‘Özgürlük Yolu-Riya Azadi’ ve

1977 yılında yayınlanan ‘Roja Welat’ ile

1978 yılında yayınlanan ‘Devrimci Demokratik Gençlik’ bu dergiyi takip ederler.

Buralarda yayınlanan Zazaca metinler genellikle folklorik yazılar ile kısa haberlerdir.

Ve bu dergiler Zaza yerleşkelerinin büyük bir kısmına da girmiş, okurlarla da tanışmıştır.

1980-90’lı yıllarda yurt dışında ve kısmen yurt içindeki kendini keşfedebilen kimi “eski tüfeklerin” çabaları da birer “deniz yıldızı” öyküsü misalidir.

Zazacaya çok az yer ayırsalar da;

İstanbul’da

  • Wayir (1995-2000),
  • Dersim (1995-1997),
  • Ateş Hırsızı (1992-1995),
  • Roja Newe (1963),
  • Özgürlük Yolu (1975),
  • Devrimci Demokrat Gençlik (1976-1980),
  • Nubihar (1992),
  • Zend (1991),

İzmir’de Tirej ( 1979),

Erzurum’da Vatı (1997-1998) çıkarken

20.yy’ın bu son çeyreğinde yurt dışında

kimi tamamen Zazaca, kimi Zazaca Türkçe, kimi de Zazaca’nın da içinde olduğu çok dilli olarak yayın hayatında görülmeye başlar.

Bunlar arasında:

  • Kormışkan (1995-1997),
  • Tija Sodıri (1995-2001),
  • Ayre (1985-1987),
  • Piya (1988-1992),
  • Raya zazaistan (1991),
  • Waxt (1990-1991),
  • Raştiye (1991-1995),
  • Desmala Sure (1991-1994),

Ware (1992-2003),

Şewq (1995),

Zerqê Ewroy (1990),

Berhem (1988),

Pir (1994-2002),

Vate (1997-...),

Hêvî (1985),

Kızıl Yol (1983-1985),

Armanc (1979-1980),

Dengê Komkar (1979-1980),

Birnebun (1997),

War (1997),

Berhem (1998-1993)... gibi dergileri sıralayabiliriz ki bunların her biri bir biçimde Yukarı Fırat bölgesine girmiştir.

*

İLK ZAZACA METİNLER

  • 1899 yılında Ahmed-i Xasi’nin Diyarbakır’da ve
  • 1933 yılında Osman Efendiyo Babıc’ın Şam’da basılan eserlerinden; Sünni Zaza bölgelerinde olduğu gibi, Alevi Zaza bölgelerinde muhtemeldir ki mevlid olmaları hasebiyle haberleri olmamıştır.

ŞAİRLER VE SÖZLÜ EDEBİYAT

Kuzey’de 1937’lere kadar oldukça yaygın olan Zazaca ritüeller; çoğunlukla yerini Türkçeye bırakmaya başlarken, o güne kadar yoğunluklu yaşanan şair ve ozan geleneği de (ki Zazaca bugünlere taşınmışsa, esas olarak bunların sayesindedir) sekteye uğrayacaktır.

.

Dêsim-38’de sözlü literatürün ve sözlü belleğin en seçkin temsilcileri ortadan kaldırılınca, bütün gelenek ve kültür, deyim yerindeyse ancak 2’nci hatta 3’üncü sınıf temsilciler tarafından aktarılabilecektir.

  • Weliyê Uşênê İmami,
  • Sey Qaji,
  • Alaverdi,
  • Hesê Qaji,
  • Sayder (Sa Heyder) ve
  • Sey Keko Dêsim’in 20.yy’a damgasını vuran önemli şairlerdir.

Ne yazık ki; bu şairlerden günümüze çok az kılam ve ağıt kalmıştır.

Bu eserlerden pek çoğu ya unutulmuş ya da anonimleşmiştir.

Sözlü edebiyatın en olumsuz yanı da bu olsa gerek.

Sözünü ettiğimiz ozan ve şairler; 20.yy’ın ilk dönemini, (37-38 sonrası 60’lı yıllara kadar neredeyse tam bir suskunluk dönemi olarak geçecektir)

  • Hüseyin Doğanay,
  • Sait Bakşi,
  • Mehmet Çapan,
  • Mursao Areyiz ve
  • Qemero Areyiz’ler ise üçüncü çeyreğini temsil ederler.

20.yy’ın özellikle sonlarına doğru, bu geleneği Kahraman kardeşler üstlenecekler.

Ancak; bu dönemde Dêsim’in Zazaca şiir yazan şairleri;

  • bir taraftan Dêsim Kılam geleneğinden beslenirken,
  • diğer taraftan modern Türk şiirindeki şiir yazımını da kendine esin kaynağı olarak alacaklar. Ki, bu da anadilinin korunması bağlamında, bir handikap olarak karşımızda duracaktır.

 

Sonuç Yerine

 

Önsözde de belirttiğim üzere çalışmamız 19. ve 20.yy’lar ile sınırlandırılmıştır. 1800’den 1960’lı yıllara kadar eğitim dili olmamasına rağmen, bölgede yoğunluklu olarak konuşulan Zazaca, bu tarihten sonra;

  • gerek yaşanan katliam ve boşaltılan köylerle,
  • gerekse sürgüne gönderilenlerle,
  • Gerekse 1960’lı yıllar sonrası liberal politikalar gereği dışa açılımın da artmasıyla birlikte sürekli bir aşınmaya uğrayacaktır.

-

  • Bir yandan hızla yaşanan karakollaşma ve okullaşma,
  • diğer yandan sürgünlerin dönüşü, bu aşınmayı daha da tırmandırırken,
  • Köy Enstitüleri ve ardından öğretmen okullarından mezun olan öğretmenlerin yine kendi köy ve yörelerinde görev almaları ile bölgede açılan yatılı bölge okulları asimilasyonun tuzu biberi olacaktır.

Özellikle 1960 sonrasında, beyaz soykırım olarak adlandırılabilecek bu durum, dönemin politikaları gereği daha da hız kazanır.

1960’lı yılların liberal politikalarıyla birlikte dışa açılan bölge:

  • Bir yandan hızla lise ve öğretmen okullarına öğrenci taşınmasıyla,
  • Diğer yandan köyde okuyamayan gençler, mevsimlik işçi olarak Adana ve İstanbul gibi büyük kentlere gitmeleriyle,
  • Bu gidenlerin bir zaman sonra eşlerini ve çocuklarını da yanlarına alarak bu şehirlere göçmeleriyle,
  • Her yaz köylerine dönen bu eş ve çocukların asimilasyona sundukları katkı,
  • Yine bu çocukların ‘güzel’ Türkçeleriyle diğer çocukları etkilemeleri, onlara Türkçe hikayeler anlatmaları, onlarla Türkçe oyunlar oynamaları,
  • Annelerin ise giyim kuşamlarıyla, büyük kentten aslında kendilerinin yaşayamadığı hikayeleriyle diğer kadınların eşlerini büyük kentlerin yollarına sürmeleri,

köylerden yeni göçlere sebep olacaktır.

1970’li yıllara geldiğimizde neredeyse evinde Türkçe konuşmayan aile yok gibidir.

Ancak, Alevi Zaza bölgelerinde, 1968 kuşağının -Kemalizmin etkisiyle, ilericilik adına- din adamlarına ve inanca yönelimi az da olsa kalan inanç önderlerini itibarsızlaştıracak, toplum cem cemaat kültüründen iyiden uzaklaştırılacaktır.

.

Buralarda asimilasyonun kalan son iki halkasından

  • biri özellikle 1970’li yıllarda kendini dünyayı kurtarmaya aday gören gençler tarafından Türkçe en ücra köylere taşınarak tamamlanırken,
  • diğer halka da; 1990’lı yıllarda Kürt siyasetinin bölgeye hakimiyeti sonrasında, Türkçenin Zazacaya yönelik asimilasyonunun yanına, bir de Kürtçenin asimilasyonu eklenecek ve 1994 köy yakma ve boşaltmalarıyla tamamlanacaktır.

Bundan önce kendi ağıtlarını, kendi kılamlarını Zazaca söyleyenler; artık çoğunluk Kürtçe söyleyecek ve bunu da bir statü olarak görecekler. Dahası:

  • Kendini Zaza değil, “Kürt” olduğuna inandıracak, öylesine ki “Zazalar şafiidir, bizden değildir” derken, hiç düşünmeden sanki Kürtler Şafii değilmiş gibi kendini Kürtlere yamamaktan da ‘gurur’ duyacaktır.
  • Diğer yanda Sünni Zaza bölgelerinde, devletin planlı programlı çalışmalarıyla ülkücüleştirilen gençlik marifetiyle, yoğun bir biçimde Türk milliyetçiliği işlenerek; devletine, milletine, bayrağına, marşına, dinine bağlı bir topluma doğru evrilme başlamıştır.
  • Takip eden yıllarda, Kürt siyasetinin yaygınlaşmasıyla -kuzeyde olduğu gibi- merkez ve güneyde de Kürtlük revaçta olmaya başlayacaktır.
  • Her iki tarafta da “bu toplum artık diline, kültürüne, inancına yabancılaşmıştır” dersek hiç de abartmış olmayız.
  • Atalarımızın deyimiyle “Biyê kengerê verê vay”... Rüzgar ne yandan eserse, o yana savrulmaya başlanmıştır.
  • Öylesine ki; 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde “Kürdüm”ün yanına bir de “Ermeniyim” yaftası yerleşir. Kürtlerin propagandasının yanına, Ermeni propagandasının da bir güzel yerleşmesiyle, bu “kengerê verê vay” olmuş toplum; bir Kürtlüğe, bir Ermeniliğe, bir Türklüğe doğru iyiden iyiye savrulacaktır.
  • Bir bakıma kendi olmakta oldukça zorlanacaktır.
  • Sorgulamayan, her geleni kabul eden ama bir türlü kendi olamayan bir toplum yaratılmıştır, artık…

*

21.yy bu makalede işlenmedi. Yine de gelinen noktada;

  • gerek dilin okullarda tercih edilmesi durumu,
  • gerekse evlerde ve kendi aralarında dilin kullanılması durumu; Zazacanın artık kritik olarak tehlikede olduğunun göstergesidir. (Bkz. Hıdır Eren, ‘Ovacık’ta Anadili Farkındalığı’ adlı makale).

Zazaca; kritik olarak tehlikededir.

  • Çünkü, en genç konuşmacılar büyükanne ve büyükbabalardır...
  • Bu kişiler de; artık kendi aralarında dillerini kısmen ve nadiren konuşur durumdalar!..

Ancak, yazılı literatüre bakıldığında durum az da olsa insanı umutlandırıyor.

Dünyada 6 bin yedi yüz civarında dil içinde edebi ürün verebilen dil sayısı sadece 76’dır. Eğitim ve kamusal alanda kullanılmadığı halde, ardında güçlü bir siyaset bulunmamasına rağmen Zazaca olarak, bu kadar çok eserin verilebiliniyor olması hakikaten sevindiricidir. Belki de arkasında güçlü bir siyasetin olmayışı, entellektüel kesimin politikacılığa soyunmamış olması, bu bağlamda bir avantaj olmuştur? Ya da olmuş mudur? Söz konusu durum, bu soruyu bizlere sordurmuyor, değil!..

Kasım 2023