Kişilik oluşumu bölümü: Hıdır Eren
(Ware dergisi 14. sayıdan)
İSMİN ÇAĞRIŞIMLARI
“Zeranıge” ismi Türkçe’de “Zeranik” olarak telafuz edilir. İsim Türkçe olarak düşünüldüğünde herhangi bir çağrışım yapmamaktadır. İsmin Kırmancki-Zazaki çağrışımı ise birden fazladır. Bunlar; “Zeiyê Ranıge” –Ranik’in doğurdukları- “Zê ê Ranıge”-Ranik gibi- ya da “Zeranıge” –Ran ülkesi veye altın başaklı ülke- şeklinde sıralanabilir. Zazaca’da “ge” veya “e” eki daha çok Türkçe’deki “-istan, -yerleşim yeri” anlamını içermektedir. Buna çevre köyler olan; “Çêdage, Gamlege, Vialeke, Burnağe...,” gibi yerleşim yerlerinde de sıklıkla rastlarız.
Diğer dillerde –Ermenice, Süryanice, Keldanice, Arapça...,vs- bir çağrışımının olup olmadığını bilmemekteyiz.
1960’lı yıllarda yapılan isim değişikliği ile “Zeranıge” adı, “Yeşilyazı” adına dönüştürülmüştür.
KÖYÜN KISA TARİHÇESİ
Köy, muhtemelen eski bir yerleşim yeridir. Bu yerleşim “Ada” köyü yolundaki “Qere Sılêmun” denilen mıntıkaya kadar uzanır. Bu yörede Hıristiyan mabedine ait kalıntılar yakın yıllara kadar mevcudiyetini korumaktaydı. Kamberoğlu Hıdır Ayata’ya ait tarlada , Munzur dağı eteğinde, “Pê Cüni” denen yerde eski bina kalıntıları hala bulunmaktadır. Bu kalıntıların Kilise kalıntıları olduğu herkesçe bilinmektedir. Her iki kiliseye de ait olan taşlar, yörede rastlanmayan cinstendir. Ayataların ve dağgeçelilerin (Deste Koy) ev yapılarında rastlanan kırmızı köşe taşları bu harabelerden alınan taşlardır. “Qere Sılêmun” harabelerinden getirilen, oldukça hacimli (muhtemelen bir sütun ayağı) olan bir taş, harabeden getirildiği haliyle Hıdır Ayata’nın evinin arkasında durmaktaydı. Evin dozerlerle karakolun cephesini açmak(!) amacıyla tamamen yıkılması sonucu, söz konusu taş yıkıntılar altında kalmıştır.
Köyün kurulduğu mahalde, şu anki sağlık binaları ile afet binalarının bulunduğu yerde oldukça eski sayılabilecek kültürlere ait mezarlıklar bulunmuştur. Bu mezarlıklar söz konusu inşaatların temel açımında ortaya çıkmışlardır. Bu kazılarda rastlanılan oldukça iri insanlar çevre sakinlerini hayretlere düşürmüştür. Ayrıca bu kazıolarda, kafatası kültüne ait kalıntılara da rastlanmıştır. (Taştan yapılmış bir kutu içinde kafatası bulunmuştur.)
Karasabandan traktöre geçişle birlikte, tarlalarda muhtemelen Urartu dönemine ait tahıl küpleri ile kül küpleri (ölü külü) bulunmuştur. Köylülerce bu küplerin içindeki küller efsunlu altın sanılıp, üzerlerine okutturulup-üflendirilmiş; bir sonuç alınamayınca da büyüklükleri bir vazo kadar olan bu küpler kırılmaktan kurtulamamışlardır. (Aynı olaylara bir dönem çevre köylerin bir çoğunda tanık olunmuştur.) Sadece Hıdır Eren’in bulduğu küp sağlam olarak eve getirilmiştir. Büyüklüğü insan boyu kadar olan bu küpte su bulunmuştur. İhtimalen, Hıdır Eren’in de yaptığı gibi bu küp tahıl saklama amaçlı kuıllanılmıştır. Onu kırılma akıbetinden kurtaran da bu olsa gerek. Birkaç yıl asli amacına devam eden bu küp de evin keçilerinin hışmından kurtulamayarak, diğer küplerele aynı kaderi paylaşmıştır(!)
Köydeki su kanalları da eski bir kültüre ait olabilir. “Kiştik Bükü” (“Bukê Kiştiği”) olarak adlandırılan yerin yukarı kısmında, Munzur Çayı’ndan ayırmak üzere köyün değirmenlerine getirilen oluk, sulama amacıyla da kullanılmaktadır. Ziyaret köyünün alt tarafında, yine Munzur Çayı’ndan ayırmak suretiyle oluşturulan kanal ise sadece sulama amaçlıdır. Köyün alt kısmında, dere Suyu’ndan ayrılmak üzere yapılan kanal ise sulama ve Ada Köyü değirmenini çalıştırma amaçlıdır.
Yayladaki mağaraların gördüğü insan muamelesi Neolotik döneme ait olabilir.
Toplumun hafızasındaki (ortak toplumsal hafıza) belli-başlı tarihi olaylarsa şunlardır;
- Tanzimat’tan sonra oluşturulan NİZAMİYE ALAYLARI’nın bölgeye düzenlediği sefer. “Waxto khe nızami amay”-Nizamların geldiği vakit- olarak söylenir. Askere hala “nızami” denmektedir.
- “HAMİDİYE ALAYLARI”nın bölgeye intikali. Başlarındaki keçe külahlarından dolayı, “Kulıkini” olarak isimlendirilmişlerdir.
- Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rus Levazım Birliği’nin köyün çayırında karargah kurması. Bu birliğin, köylerden büyük baş hayvan alıp damgalattığı hala anlatılmaktadır.
- Koçkiri Hadisesi
- Bu hadise sonrası Zeranıge’de bir süre ikamet eden Ali Şêr Efendi (Taqi) şiirler ve anlatılarıyla hala anılmaktadır. O dönemde okuma-yazma öğrenen gençler üzerindeki etkileri minnetle, övgüyle anlatılır.
- Koç Uşağı Harekatı. (Qöyğa Qocun)
- Tunç Alayı. (Tabura Tunce) Yaptıkları ile hala hafızalardadır.
KÖYÜN ZİYARET YERLERİ
Erê Sabi: Munzur dağının rakım olarak en yüksek yerlerindendir. İnançlarımızda dağ zirveleri kutsaldır. Yaylaya çıkıldığında “Erê Sabi” için niyaz dağıtılıp, kurbanlar kesilir. Dağa çıkış ve iniş sırasında, O’na arkasını dönmeden, yüzü O’na dönük vaziyette yan yan yürümeye özen gösterilir. “Ya Erê Sabi, ya Erê Koun, ya Erê Gerçegun...” diye dualar edilir. Toplum darda kaldığında, Erê Sabi toplar savurarak düşmanı uzaklaştırır. Çocukluğumda yayladayken gök gürlemesini andıran bir ses ile böyle bir top atıldığına şahit olmdum. Düştüğü yeri takip ettim. Gündüz gidip incelediğimde, basketbol topu büyüklüğünde, yuvarlak, siyah, parlak; normal taştan oldukça ağır bir taş olduğunu gördüm. Düştüğü anda akkor, sonradan parlak-siyah olan bu taş hala aynı yerdedir.
Dağ zirvelerini hemen hemen tümünü gören noktalarda “nişange” diye tabir edilen, taş yoğınları mevcuttur. Aynı şekilde “Fikiriğe” çıkarken de, hemen “Bellik Taş” ın (Kemera Bele) diyarında, “Sultan Baba” nın karşısında böyle bir nişange vardır. Ve her gelip geçen bu nişangeye bir taş bırakıp, secde eder.
Abacuğ Abdal: Köyün eski harman yerlerinin ortalarında bir yerdeydi. Daha sonra yapılan afet konutlarının arasında kaldı. Zaten buranın inananı olarak da sadece baba annem kalmıştı. Teberiğinden tüm torunları bolca yemiştir.
Saat Dede ile Hüseyin Quli: İki kardeş erenlerdir. Hüseyin Quli Ziyaret Köyü yolunda, Erenlerin ortak tarlasında; Saat Dede ise Ferolar yolunun solunda, yeni yapılan yatılı okulun karşısına gelmektedir. Biri köyün sol üst başında, diğeri sağ üst başında olup; her ikisi de kendi etrafındaki ova eğimine hakim bir konumda bulunmaktadırlar. (Köy, sözünü ettiğim bu her iki düzlükten yüksekçe bir konumdadır. Bu düzlükler, en iyi bu noktalardan gözlenirler.)
Mamut Dede: Ali Abbas ocağına mensup olan ailenin mezarlığıdır. “Çêdage” köyü mahallindedir. Tüm çevre köylerce kutsal sayılan bir mekandır. Ziyaretgahların en önemseneni durumundadır. Yeminler daha çok “Mahmut Dede” üzerine (Mamud Dede bo) edilir. Bağlayıcı bir yanı vardır. (Zaten, yeminler ziyaretgahlar adına edilince inandırıcı olurlar. Allah adına edilen yeminlere itibar edilmemektedir)
BAZI YER ADLARI
Yaylalar: Kemera Belle (Oval taş- yürek biçimli taş- Bellik Taş), Çetun (iki derenin çatal biçiminde birleştikleri yer - Boynuz gibi – Çatlar), Çala Pile (çukurda kalan büyükçe bir düzlük. Büyük Çukur), Warê Alte (İnce, uzun düzlük bir alan- Alte’nin Yaylası), Piyê Gaun (Ziyaret-Kemah vadisine hakim, düzlük, büyükçe bir saha. Öküz yatağı), Çalê Batuni (Ziyaret köyünün tepesine gelen kısımda var olan bir dizi çukur alanlar. Ziyaret Çukurları. Son dönemde “Çalê Jiare” diye adlandırmalar da olmuştur.), Warê Çağıli (Çakıl taşlarından oluşan genişçe bir alan. Çakıllı Yayla), Dılav (Erê Sabi’nin eteğinde çimenlik bir alan. Dılav), Fikirıge (Bu yaylaların tümünü kapsayan, Zeranik köyüne ait mıntıka. Fikirik)
Görüldüğü üzere bazı yayla adları Türkçe’ye çevrilmeden, Türkçe’deki söyleniş biçimiyle söylenegelmiştir. (Dılav ve Fikirik)
Arazi adları: Yajüye (Zeranik-Ziyaret arası. Yazı), Deşte (Zeranik-Pardi arası. Ova), Ambare (Zeranik-Ada arası. Tahıllık-Ambar), Mamux Oymiye (Ambar-Honda arası. Mamuğ Oymu...”mamux” yabani zerdalilere verilen ad), Honde (Mamux Oymu-Pardi arası. Honda- “Honde” yapı itibarı ile dipten sulak, çayırlık alan. Ancak anlam olarak neye denk düştüğü bilnmemektedir. İhtimalen böyle bir anlamı içeriyor olabilir.), Bukê Qowaxi (Pardi-Kızık arası mevkiinde, kızılca suyu kıyısında yabani kavaklığın bulunduğu saha. Eskiden ziyaretgah olarak anıldığından daha yakın zamana kadar korunmaktaydı. Ancak, yöresel inançların sarsılmasıyla birlikte; özellikle İslami inancın etkisinde kalan kesim tarafınca kesime uğramış, artık bu mevkide böyle bir kavaklık alan bulunmamaktadır. Ancak biz yaşlarda olanlar o mıntıkadaki kavaklığı hatırlayabilmektedirler. İleriki yıllarda yeni kuşaklar buraya bu adın neden verildiğini anlamakta hayli zorlanacaklardır. Kavak Bükü), Bukê Çelemuge (Zeranik-Ziyaret rasında, Munzur suyu üzerinde, çoğunluğu kayın ağacı benzeri bir ağaçyan oluşan, ve halen Ziyaret köyü hudutları dahilinde bulunan küçük ormanlık alan. Bu ormanlık alanın dağ kıyısındaki tarlalarda tatlı şalgam yetiştirilmiştir. Haydarlıların Bükü), Destê Koy-Dover (Zeranik’e bağlı, Munzur Dağı eteğindeki bir mahalle. Dağ Geçe)
AİLELER
Zeranik köy halkının çoğunluğu Zazaca konuşur. Aşiret mensubu olmayan aileler evlerinde tamamen Türkçe konuşur.
Akkuşlar-Ebılun: Herhangi bir aşirete mensup değillerdir. Bu aileden köyde kimse yaşamamaktadır. Veli ve Süleyman Akkuş kardeşler yazları köye giderler. Süleyman Akkuş İzmir’de, iki oğlu Avrupa’da; Veli Akkuş ve üç oğlu İstanbul’da bir oğlu bu yıl Pullur’a dönüş yaptı. Hüseyin Akkuş Malatya’da, oğullarının üçü de Avrupa’dadır.
Aksular-Quliyun: Herhangi bir aşirete mensup değillerdir. Eğitmen Hüseyin Aksu ile bir oğlu köyde, oğullarının dördü İstanbul’da biri de Avrupa’dadır. Seydali Aksu’nun (ö) iki oğlu İstanbul’da yaşıyor. Munzur’un (ö) oğlu İmdat’ın Suriye sınırında öldüğü söylenir. İmdat’ın çocukları ile Munzur’un iki oğlu İstanbul’da bir oğlu da bu yıl köye dönüş yaptı, köyde yaşamaktadır.
Ararlar-Çê Kor Lalun (Eloğli): Aşiret mensubu değillerdir. Zamanında Mexstan aşiretine silahşörlük yapmak üzere Harput tarafından gelmişlerdir. Köyde ev yerinden başka mülkiyetleri olmamıştır. 1960’lı yıllarda Elazığ’a göçen ailenin dört oğlu da babalarının ölümünden sonra İstanbul’a göçmüşlerdir.
Ateşler-Mılleicun: Aşiret mensuplarıdır. Munzur’un (ö) oğullarından Hasan köyde, Hasan’ın oğullarından biri Avusturalya’da ilticacı, diğer üçü İstanbul’da kalmaktalar. Ali’nin (ö) oğullarından biri Avusturalya’da, üçü İstanbul’da biri ise köyde yaşıyor. İsmail köyde, İsmail’in oğlu öğretmen emeklisi olduktan sonra (bu yıl) Avusturalya’ya gitti, çocukları halihazırda İstanbul’da bulunmaktalar. Ağa (Süleyman) annesi ve üç oğluyla İstanul’da yaşamaktadır. Kahraman’ın (ö) oğullarından Mehmet’in (ö) eşi köyde, iki oğlu da İstanbul’da yaşamaktadır. Süleyman dört oğluyla köyde, dört oğlu da İstanbul’da yaşamaktadır.
Ayatalar-Qemberun: Pertek’in Coravan köyünden gelmiş olan bu aile aşiret mensubu değildir. Süleyman köyde, kardeşi Yaşar kışlarını Adana’da yazlarını köyde geçirmekte; onun da köye temelli dönüş planları yaptığı söylenmektedir. Haydar’ın (ö) oğullarının üçü İstanbul’da yaşamakta; Femi’nin oğlu cezaevinde açlık grevinde bulunmaktadır. Mahmut’un (ö) oğullarının ikisi de İstanbul’dadır. Kazım köyde, oğlu Eskişehir’de; Ağce oğullarından biriyle köyde yaşarken, diğer üç oğlu İstanbul’da yaşamaktalar. Hasan Hoca İstanbul’da köye bu yıl dönüş yaptı. Xeyiller Hasan ve bir oğlu köyde (oğlu bu yıl dönüş yaptı-marangozluk yapmaktadır), diğer üç oğlu İstanbul’dalar. Marangoz İbrahim’in (ö) iki oğlu da İstanbul’da yaşamaktadır. Kör Xıdo’nun (ö) oğullarından biri Adana’da, diğeri köyde yaşamaktadır. Köyde yaşayanın oğullarından biri ilk açlık grevinde ölmüş (Refah iktidarı dönemi),diğeri İstanbul’da yaşıyor. Bıro’nun çocukları Avrupa’da kendisi Altınoluk’ta yaşamaktadır.Kardeşi Hıdır İstanbul’da; ağabeyi Hayri ise bir oğluyla köyde yaşıyor. Hayri’nin bir oğlu geçen ilkbahar Mercan dağlarında öldürüldü. Bu ailenin en büyük bireyi olan marangoz Hüseyin (ö) Avrupa’da ölünce eşi İstanbul’a dönüş yaptı; oğulları Ali Rıza İstanbul’da, Ali İhsan ise Eskişehir’de yaşamaktalar.
Aydoğdu-Khurêsun: Aşiretli olup seyyit takımındandırlar. Fikir’in(ö) oğlu Mehmet Ali İstanbul’da yaşamaktadır. Munzur’un (ö) oğullarından ikisi İstanbul’da biri köyde yaşamaktadır. Ayrıca 1990’lı yıllarda köylerinin yakılması sonucu dört Kureyşanlı aile gelip köye yerleşmişlerdir.
Atlılar-Çê Xecoğli: Aşiret mensubu değiller. Tıtenikten geldikleri söylenir. Munzur’un (ö) oğullarının üçü de İstanbul’da yaşıyor.
Dalmışlar-Çê Zorigi: Aşiret mensubu değiller. Hasan’ın (ö) eşi ile üç oğlu ve kardeşi Süleyman İstanbul’da yaşıyorlar. Yusuf ise Avrupa’dadır. Mustafa 1957’de Pulur’a yerleşti. Şimdi ondan geride kalan kimseler yoktur.
Değirmenciler-Çê Degirmançi: Hozat’tan gelme aşiret mensubu değillerdir. Yakup (ö) 1945’te Pullur’a yerleşir. Köyde hala mülkiyetleri vardır. Oğlu Ali Rıza Pulur’da yaşıyor. Kardeşi Mübaşir Bıra’nın (ö) oğullarından Turabi Ankara’da, Hıdır ve bir oğlu İstanbul’da; diğer üç oğlu Avrupa’da yaşamaktalar.
Demirçiviler-İmamoğulları (Çê Yelbeci): Aşiret mensubu değiller. Hıdır’ın oğullarından biri köyde, biri İstanbul’da yaşıyor. İsmail’in (ö) oğullarından iksi İstanbul’da, ikisi Avrupa’dai biri bu yıl Ankara’dan Pullur’a dönüş yapmıştır. Hüseyin’in oğullarından dördü İstanbul’da yaşıyorlar. Biri de cezaevindedir.
Demirdöğenler-Kiştigun: Aşiret mensubu değiller. Ancak, köyde var olan ailelerin en eski Zeranikli olanı bu ailedir. Uzun yıllar bölgenin demirci ustalığını yapmışlardır.Mustafa ve bir oğlu Avrupa’da, üç oğlu da Mersin’de yaşıyor. Hasan’ın (ö) bir oğlu köyde, diğeri önceleri Mersin, şimdilerde Ankara’da yaşıyor. Bunun ilk eşi ve bu eşinden olan tüm çocukları Avrupa’dalar. Hıdır’ın (ö) eşi ile bir oğlu köyde, diğer üç oğlu İstanbul’da yaşıyor. Köydeki kışlarını genellikle İstanbul’da geçirir. Rıza iki oğlu ile, Yadigar bir oğluyla Ankara’da yaşıyorlar.
Dilekçiler-Sarısaltığun (Çê İbçê Ana Sate): Hozatttan gelip Kızık köyüne yerleşen bu aileden bir ev 1970’li yıllarda (Meteroloji memuru ve berber olması sebebiyle de) Zeraniğ’e taşındılar. (Zeranik’te küçük bir meteroloji istasyonu bulunmaktaydı). Hıdır’ın (ö) oğullarının üçü İstanbul’da biri Avrupa’da yaşıyor. Köyde herhangi bir mülkiyetleri yoktur.
Dinlerler-Tamigun: Aşiret mensubu değiller. Ancak köyün en eski yerleşimcilerinden oldukları söylenir. Çollax’ın (ö) oğlu Ali 1967’de bekçilik görevi nedeniyle Pullur’da ikamet etmeye başladı. 1991 yılından beri üç oğluyla İstanbul’da yaşıyor. Çollax’ın diğer üç oğlu da aynı yıllardan beri İstanbul’da yaşamaktalar. Meysun 1955 yılında Eğin’e, sonra Elazığ-Arapkir... şimdilerde ise bir oğluyla İstanbul’da yaşıyor. Xelir (ö) ortaokuldaki müstahdemliği nedeniyle 1965’te Pulur’a taşındı. Oğullarından biri öğretmenlik mesleği nedeniyle karadeniz tarafında bulunmakta; diğeri aynı görevle Pulur’da, bir diğeri ise İstanbul’da yaşamaktadır. Haydar’ın (ö) eşi ve üç oğlu İstanbul’da yaşamaktalar. İhsan köydeki ev yerini satarak Elazığ’a taşındı.
Dinlerler-Demun: Aşiret mensubu olan bu aile, kan davasından dolayı 1976’da Burnak’tan göçüp Zeraniğ’e yerleşti. Ancak Hıdır (ö) 1980’li yıllarda Gamlege’de ev yapıp oraya yerleşti. Şu anda karısı bir kızı ve bir oğluyla orada yaşıyor. Oğullarından biri ise köye girmesi yasak olduğundan dolayı Pulur’da zorunlu ikamet etmektedir. Diğer iki oğlu İstanbul’da yaşıyorlar. Yusuf’un (ö) bir oğlu dağda öldürülmüş, biri köyde arı sokması sonucu ölmüş (onun eşi ve çocukları köyde bulunmaktalar), diğer dördü ile anneleri ise İstanbul’da yaşamaktalar.
Düşkünler-Çê Khalun: Erzincan’dan gelen bu aile aşiretli değildir. Hüseyin bir oğluyla köyde, diğer oğlu İstanbul’da yaşamakta. Munzur’un (ö) oğlu çocukları ve annesiyle köyde yaşıyor. Mehmet 1955’te Karaman’a yerleşti.
Ekiciler-Çê Hemedê Sebe: Aşiret mensubu değiller. Munzur’un (ö) oğullarından biri yazları köyde kışları Manisa’daki kız kardeşinin yanında; diğer ikisi İstanbul’da yaşıyorlar. Aşık Hüseyin’in (ö) oğlu Rıza köyde, Rıza’nın oğullarının beşi de İstanbul’da yaşıyorlar. Aşık’ın diğer oğlu Aziz (ö) 1965’te Adana’ya yerleşti.
Erenler-Heyderun: Aşiret mensuplarıdır. Kan davası nedeniyle Zağge’den gelip Zeraniğ’e yerleşmişlerdir. (Erzincan-Maraş-Sivas’ı dolaştıktan sonra). İlk yıllarını Kasımoğlu’nun yanında geçiren ailenin bekar bireyi olan Ali ağabeyi Mehmet’i öldürerek (gelenler iki kardeştir) Sivas’a kaçıp yerleşir. Mehmet’in oğllarından Hasan ile Hüseyin kardeşleri Yusuf’a edindikleri mülkiyetten hiçbir hak vermezler. Kendileri Ziyaretlilerden aldıkları Çelemüg’e yerleşirlerken, Yusuf köy içine yerleşir. Köyde Yusuf’un takımına Cenkku, diğerlerine Heyderzu denmektedir. Ali Rızaê Xıdê Cengi’nin (ö) üç oğlu İstanbul’da, bir oğlu da (Hasan)yazları köyde kışları değişik yerlerde yaşamaktadır (arıcılık ile uğraşır). Hasan’ın eski eşi ile iki oğlu İstanbul’da yaşamaktalar. Şıxamet’in (ö) oğullarının beşi İstanbul’da, birinin (ö) eşi ile bir kızı Avrupa’da yaşamaktalar. Hüseyin gazi (ö) 1960’lı yılların başında Divriği’ye yerleşti. Şu anda oğullarından üçü İstanbul’da, biri Erzincan ve biri de köyde yaşamaktadır. Ali Ekber köyde, torunları Avrupa’da yaşamaktalar. Şükrü ve üç oğlu İstanbul’da yaşıyorlar. Sabri bir oğluyla köyde yaşıyor. Büyük oğlu dağda öldürülmüştür. Şevki üç oğluyla birlikte Avrupa’da yaşıyor. Hıdır’ın (ö) eşi ile bir oğlu (yeni dönüş yaptı) köyde, oğullarından biri Avrupa’da , diğer ikisi İstanbul’da yaşamaktalar. Munzur’un (ö) üç oğlu İstanbul’da, biri Avrupa’da yaşıyor. Sivas’a yerleşen Ali’nin çocukları babalarının ölümünden sonra Zeraniğ’e gelip akrabalarının yanına yerleşirler. 1938 yılında Hasan Ca ile Abdullah Ca Antalya’ya sürgün edilirler. Abdullah daha sonra Eğin’e döner ve! orada ölür. Hasan sonra köye döner. Gudum Ali ile Yusuf bir zaman gurbette dolaştıktan sonra tekrar köye dönerler. Ancak fazla kalamaz yine gurbete çıkarlar. Ali Eğin-Elazığ derken en son Çine’ye yerleşir. Şimdi eşi ile oğlu orada yaşamaktalar. Diğerlerinden geriye kimse kalmamıştır.
Güngördüler-Murtıkun: Karaballi (Şey Hasanan) aşiretindendirler. Ahmet’in (ö) eşi, kızı ve kızının çocuklarıyla (Dicleler) İzmir’de yaşıyor. Hüseyin’in (ö) eşi köyde, oğullarının üçü de Avrupa’da yaşıyor. Munzur, 1953 yılında Eğin’e göçmüş iki oğluyla orada yaşıyor.
Kayalar-Qasımun: Aşiret mensubudurlar. Hıdır ailecek 1992’de Manisa’ya göçtü. Ancak iki yıldır yazları tarımsal faaliyet amacıyla eşiyle köye geliyor. Ali haydar Avrupa’da, Şükrü, Ali Hüseyin, Muzaffer köyde yaşıyorlar. Ali Dursun Elazığ-Mersin-İstanbul’dan sonra 2000 yılında köye dönüş yaptı. Munzur iki oğluyla köyde, bir oğlu İstanbul’da yaşıyor. Kemal, köyde; oğullarından biri Mersin’de diğeri Avrupa’da yaşıyor.
Kıymazlar-Phezgewrun: Aşiret mensuplarıdır. Ali’nin (ö) Hasan ile celal 1965’ten beri İstanbul’da yaşamaktalar.
Özdemirler-Çê Koşi: Aşiret mensubu değiller. Tıtenikten gelme olan bu aileden Hıdır en son öğretmenlik yaptığı Elazığ’a, daha sonra İzmir’e yerleşti. Oğullarının üçü de Avrupa’da yaşıtor. Hasan’ın (ö) eşi ile bir oğlu köyde, diğer üç oğlu Avrupa’da yaşıyorlar. Yeşil ailecek 1962’den beri İstanbul’da yaşıyor. Ancak her yaz köye gider. Kahraman iki oğluyla birlikte köyde yaşıyor.
Solgunlar-Qajigun: Aşiret mensubu değiller. Dede takımındandırlar. Kedek köyünden, köyümüzdeki halalarının yanına gelip yerleşen bu aile, köyde hiçbir mülkiyet edinmemiş olup, 1990’lı yıllarda tamamı İstanbul’a göçnüştür.
Süslüler-Çê Nexşi: Mexstan aşireti (köyde Asıkun) üzerinde sayılırlar. Hüseyin Ankara’da, amcasının oğlu Hüseyin ile oğlu İstanbul’da yaşamaktalar., İsmail, modern tarım araçlarının köye girmesiyle, harman makinasını çevirme işinden olmuş ve ailecek İstanbul’a göçmüştür.
Şenler-Kemıkun (Qırğun): Aşiret mensubudurlar. Munzur ile iki oğlu köyde, diğer ikisi İstanbul’da yaşıyorlar. Cebrail’in (ö) bir oğlu köyde, diğer üçü İstanbul’dalar. Hıdır (ö), Ali, Kadir, Polat 1965’te Elazığ’a göçtüler. Polat şu anda Avrupa’da yaşıyor. Hasan (ö) ailecek 1950’den beri Ankara’da yaşıyor. Veli’nin eşi köyde; oğullarının ikisi de İstanbul’da yaşıyorlar. İsmail ile Kemal kardeşler İstanbul’da Hüseyin, iki oğluyla köyde, iki oğlu’da İstanbul’dalar.
Topraklar-Dewrêsun: Hüseyin’in (ö) oğullarından İsmail, Veli, Ali Ve hasan köydeler. Munzur Mersin’de, Rahim Adana’da yaşıyor. Veli’nin oğullarının ikisi İstanbul’da birisi doktorluk mesleği nedeniyle şu anda Şark hizmetinde. Hasan’ın bir oğlu önce Kıbrıs, sonra Antalya’da üç oğlu da İstanbul’da yaşamaktalar. Ali’nin bir oğlu köyde; diğer üç oğlu İstanbul’dalar. Haydar’ın (ö) bir oğlu köyde, bir oğlu da Avrupa’da yaşıyor.
Uçarlar-Alıkun: Aşiret mensubudurlar. Yeniçeri’nin (ö) eşi ile iki oğlu köyde; iki oğlu’da İstanbul’da yaşamaktalar. Hasan (Bıra) yazları köyde, kışları İstanbul’da iki oğlunun yanında; oğullarından ikisi de Avrupa’da yaşıyor. Hıdır’ın (ö) üç oğlu da İstanbul’dalar. Haydar’ın (ö) oğullarının ikisi de (biri öldü) ailecek Ankara’da yaşıyorlar. Rıza (ö) 1910’da Çemişgezek’e yerleşir. Oğlu İstanbul’da yaşıyor. Eyzağa (ö), 1940’ta Çemişgezek’e yerleşir. Onun da oğlu İstanbul’da yaşıyor.
Yıldızlar-Bekırun: Çemişgezek’ten gelme. Baravanlı bir ailenin yanında kalan bu aile, daha sonra Zeraniğ’e göçer. Bunlardan 1950’de iki aile Adana’ya; bir aile de İstanbul’a yerleşir. Paşo’nun (ö) oğullarından İsmail köyde, Mehmet ile Nazir İstanbul’da, Hüseyin Avrupa’da yaşamaktadır. Munzur ile bir oğlu köyde, bir oğlu da Avrupa’da yaşıyor.
Çê Hingi- Bextiyarun: Aşiret mensubu, 1927’de Ziyaret köyüne göçen bu aile hala orada yaşamaktadır.
...............-...................: Ayrıca, 1990’lı yıllarda dört Kureyşanlı aile ile birlikte; bir Hulikan’dan bir de Kürederesi’nden olmak üzere iki aile daha Zeraniğe yerleşmişlerdir.
KÜLTÜR DEĞİŞİMLERİ
Köyün kültürel değişimi üzerindeki en belirgin etkileri kısaca şu biçimde sıralamak mümkündür:
1.1930’lu yıllarda köyün kaza merkezi olması: Nispi de olsa devlete ait kurumların ki bunlar askeriye ve kaymakamlıkla sınırlı da olsa köy üzerinde en azından devlete entegre olması bakımından önemli roller üstlenmişlerdir.
2.1940-1950 arası, mecburi iskan yılları (Bölgenin büyük bir kısmının “Yasak Bölge” ilan edildiği yıllar): Bölgenin % 70 insansızlaştığı yıllardır. Kıtlık nedeniyle, özellikle morabaların (yarıcı) Eğin ve Arapkir köylerine çalışmaya, dilenmeye ya da hırsızlığa gittikleri yıllardır. Bu yıllarda Eğin’e dut hırsızlığına gidenlerden bir kaçı vurulur. (Hüseyin Doğanay’ın Şire türküsünde söylenen, “Mardin de şiyo dızdiya bostani, nê be pıra, merdo!” bu döneme tekabül eder.) Buralardan (Eğin ve Arapkir) söz konusu ilişkilerden dolayı yaşanan etkilenim ile birlikte esas etki mecburi iskanın kaldırılmasıyla birlikte dönenlerin Batı illerinden taşıdıkları göreneklerle ve Türkçeyi güzel (!) telaffuz etme gayretleriyle yaşanmıştır. İskan dönüşü, bir çok kimse ya köyleri ikamete açılmadığından ya da akrabalarından kimseleri bulamadıklarından gelip Zeraniğ’e yerleşmişlerdir. Ailece gelenlerin bir kısmı, daha sonraki yıllarda açılan köylerine; bir kısmı köyleri üzerindeki iskan kalkmadığından tekrar eski iskan yerlerine (batıya) dönerlerken, akrabalarını bulamayan genç kızlar ise evlilikler yaparak bölgede kalmayı yeğlemişlerdir. Bunlardan bir kaçı da bizim köyde evlenerek kalmışlardır.
3. 1950-1970 yılları arası yarıcıların mülk edinme yılları: Toprağı işleme gibi bir alışkanlığı olamayan aşiret mensupları içine düştükleri yeni durum karşısında, çocuklarını okutma gibi bir mekanizma geliştirmişlerdir. Zaten, bölgede olduğu gibi köyümüzde de okur yazar olanlara “efendi” unvanı verilirdi ki yeni dönemle birlikte, aşiretler, kaybettikleri eski unvanları (değer verilen eski unvanları) yerine bu “ efendi” unvanını edinme gayreti içinde olmuşlardır. (Hem ünvan, hem de devlet kapısında bir iş bulabilme olanağı ile birlikte tam bir “efendi” –okur yazar olan “efendi”, memur olan “efendi”- olma imkanını yakalama gayreti). Aşiretler, gerek geliştirdikleri bu yeni mekanizmaya kaynak bulma, gerekse içine düştükleri ekonomik krizi aşmak için elindeki tarlaların bir kısmını yarıcılarına satma durumunda kalırlar.
Yarıcılar için bu günlerde aslolan ise, oluşan bu yeni durumdan istifade derek, zaten hep içlerinde bir utku olan, hayallerini süsleyen, kendilerine ait özel mülklerine sahip olmanın imkanlarını yaratmaktır. Ve bu süreç içinde bir çoğu bu hayallerine kavuşma imkanı bulacaktır. Bu kesim için aslolan çocuklarını okutmak değil, daha çok toprağının efendisi olmak, edindiği mülkü işlemek; yeni mülkler edinebilmek, bunun için daha çok çalışıp, daha çok para biriktirebilmek...
Bu dönem kültürel değişimine damgasını vuran, laik cumhuriyete duyulan sempatidir. Bu sempati yarıcıların hemen hemen tümünde, aşiretlerin de okuyan çocuklarında çok açık bir biçimde gözlenmektedir. Aşiret çocukları eğitimde eşitlikten ve dönemin popülist politikalarından dolayı; yarıcılar da, 1938 sonrasında devlet tarafından kendilerine dağıtılan topraklardan (her ne kadar tekrar ellerinden eski sahiplerince alınmış olsa da- çünkü o noktada devletin bir kabahati yoktur, sorun onların korkaklığında, eski etkiyi yıkamamalarındadır-) ve şimdilerde edinmekte oldukları mülklerden dolayı devletin yarattığı fırsattan ötürü laik cumhuriyete sempati ile bakılmaktadır. Bu sempati beraberinde laik cumhuriyete ve medeni dünyaya (!) hızlı bir entegrasyonu getirmiştir. Kaymakamlık bu dönemde üç eteği yasaklamış ve şalvarı zorunlu kılmıştır. Aynı dönemde köylü gençlerin eğitmenlik programlarına alınmaları da ayrıca kültürel değişim üzerinde etkili olmuştur. [Bu eğitmenlerin bir kısmı, kışın ilçeye maaş almak üzere, allandırıp-pullandırıp bayraklarla donattıkları kızaklara (taung) binip; görevli oldukları köy sakinlerine bu kızakları çektirerek ilçe merkezine avdet ettikleri hala akıllardadır!..] Köyümüzde; Mustafa Eren, Hüseyin Aksu, Ali Ateş ve Hüseyin Demirçivi bu dönemde eğitmen olan kişilerdir.
4. 1970-1980’li yıllardaki nüfus hareketleri ve solun etkisi: Okul ve mevsimlik iş nedeniyle şehirlere gidenlerin taşıdıkları yeni kültür, yerel kültürle çatışmıştır. Bir yandan işçi olarak köyden çıkanların, diğer yanda laik eğitim kurumlarında eğitim gören öğrencilerin 68’li dalganın da etkisiyle “dedelik” kurumuna karşı tutumları; bu kurumun zaafa uğramasına neden olmuş, toplum kalan son hukukunu da yitirmiştir.
5. 1980-1990’lı yıllar, 12 Eylülün etkileri: Bölgede eski hareketliliğin oldukça artmasıyla birlikte nüfus hareketliliğinde de hızlı bir dalgalanma yaşanmıştır. Bir yandan hızlanan nüfus hareketliliğinin taşıdığı kültürel etkiler, diğer taraftan; a) Köydeki karakolda var olan asker sayısındaki artış, b) Yerli bürokrat nüfusun il dışına sürülmesi, bu nüfusun köy ile bağlantılarının kesilmesi ve bunların yerine bölgeye batıdan memur nakillerinin yapılması, c) Dönemin valisinin köye zorla cami yaptırarak kadrolu imam atamaları, köyün kültürel değişiminde önemli roller oynamıştır.
6. 1990-2000’li yıllar, dağ-orman köylerinin yakılarak boşaltılmasının etkileri: Bu yıllarda dağ-orman köylerinin yakılarak boşaltılması ve gıda ambargosunun konmasıyla, bölgede yaşamı riskli bulanların imkanları dahilinde köyden batıdaki kentlere doğru göçleri ile, yakılan köy sakinlerinin bir kısmının Zeraniğ’e doğru göçleri, Zeranik açısından yeni bir süreç başlatmıştır. Daha önceki yıllarda batıdan gelen kültürel esintilere direnen, onlarla çatışan Zeranik; bu kez tam tersi yönde, dağ-orman köylerinden gelen kültürel esinti ile çatışmaktadır.
NÜFUS HAREKETLERİ
1938 öncesinde 4 il dışı, 8 il içi göçe rastlamaktayız. 1938’de 2 ev Antalya’ya, 1 ev Çankırı’ya sürgün edilir. 1938-1950 yılları arsında bölgeye yakın yerlere (Arapkir, Eğin, Kemah...gibi) mevsimlik işçilik, hırsızlık veya dilencilik amaçlı nüfus dalgalanmaları gözlenir. Bu yıllarda il içine olmak üzere 11 aile göç eder. 1950-1960 yılları arasında uygulanan liberal politikalar yöre ekonomisinde bir çözülmeye neden olur. Bunun neticesinde açığa çıkan fukarılıktan dolayı, özellikle Eğin’e kadınlı-erkekli, küçüklü-büyüklü müthiş mevsimlik işçi akını yaşanır. İşsiz kitlelerin para kazanmak amacıyla metropollere doğru hareketlenmeleri başlar. 72 kişi dışarıya göç eder. 1960-70 yılları arsına damgasını vuran en önemli öğe, mevsimlik işçiliğin yerini kalıcı işçiliğe bırakmasıdır. Ancak, 70’li yıllara kadar bu işçiler aile bireylerini yanlarına götürmez, köyde bırakırlardı. Bu yıllarda göçenlerin sayısı 172’dir. 1970-80’li yıllar metropollerde çalışan işçileri ailelerini yanlarına almaya başladıkları yıllardır. Göçenlerin satısı bu yıllarda 199’dur. Bunun büyük kısmının çocuk ve eşlerden oluştuğunu unutmamak gerekir. Tarımda kapitalist ilişkilerin başlangıcı olan bu yıllarda dinamik nüfusta belirli bir göç yaşanmaz. Bir yandan kapitalit üretim araçları, diğer yandan Pazar için üretim tarımda belirgin bir canlanmaya neden olacaktır. 1980-90’lı yıllarda, özellikle 1985’lere kadar olan yıllarda tarımsal faaliyetin iyice hızlandığı, fasulye üretiminin arttığı yıllardır. 1975-85 yılları arasında, özellikle öğretmen aileleri tarımsal faaliyetin aktif unsuru haline gelirler! ken, diğer memur ve işçi kesimi de yaz izinlerini bu faaliyetin hızlandığı aylara denk düşürmeye özen gösterir olmuştur. Köyde yeni ve modern inşaatlar yapılmaya başlanmıştır. Bu yıllarda yaşanan göç, okuyup iş bulanlar ile kapitalist üretim ilişkileri sonucu mülkiyetleri olmayıp yolsulluklarını iyiden iyiye hisseden kesimler arasından olmuştur. (Birkaç çift öküzü olanların bunları satmak zorunda kalışları, harman makinalarının kalkması...vb.) Göç edenlerin satısı bu dönemde 303’tür. Bu göçlerin ayırıcı özelliği ailecek olmasıdır. Çoluk-çocuk ve hatta çalışanın anne ve babası... 1990-2000 arası yıllarda ise göç tamamen sosyal istikrara dayalı (‘terör’ nedenli) olmuştur. Huzur ve güven ortamını olmayışı köyün neredeyse tamamen boşalmasına neden olmuş, 1975-85 yılları arasında yapılan o güzelim (!) evler bile harabeye dönmüştür. 1938 sonrası yaşanan suskunluk, hareketsizlik bir 10-15 yıl içnde aşılmış, o şok kısa zamanda atlatılmıştır. En azından yetişen dinamik nüfus korunmuş, çevreyi yeniden seslendirmiştir. Bu kez, tarımda çalışabilecek esas dinamik nüfus kalmadığı gibi, yaşananların psikolojik etkisi de hala canlılığını korumaktadır. Ancak bu defaki şok öyle kolay atlatılacağabenzememektedir. 1975-85 yılları arasında çayır ve mer’alar sökülüp ekime açılırken, şimdilerde tarlaların ancak % 20’si ekilebilmekte, % 80’ine hiç dokunulmamaktadır.
KİŞİLİK OLUŞUMU
Kişilik, bireyin şu anki yaşamıyla olduğu kadar, onun tarihsel ve toplumsal bilinç altıyla da bağlantılıdır. Yani, özcesi kimlikle ilgilidir. Genelde Dersim, özelde Zeranik’te kişilik iki farklı boyutta kendini sergiler. Bu farklı oluşumun altını doldurabilmek için, bu bölgede görünen iki farklı yaşam biçimini tanımak gerekir. Bunun için çok uzaklara gitmek gerekmemektedir. 1938 öncesini bir bütütn, sonrasını ise birkaç bölümde ele almak yeterli olacaktır.
1938 öncesinde, gerek bölgede gerekse Zeranik’te ikili bir yapının yaşandığı görülür. Bu, bir yanda aşiret sahibi olanlar, diğer yanda aşiret sahibi olmayanlar biçiminde kendini gösterir. Açıklamamız boyunca, aşiret sahiplerini sözünü ettiğim yapının birincileri (birinci grup), aşiret sahibi olmayanları bu yapının ikincileri (ikinci grup) olarak ifade edeceğim. Aşiret mensupları (birirnciler) yöredeki tüm mülkiyetin sahipleridir. Asla tarımsal faaliyet içinde bulunmazlar. Toprağı işlemek onların nezdinde köle olmakla eş anlamlıdır. (bir yerlere-şeylere bağlı kalmak). Toprağı işlemek bireyi küçültür. Onu işleyen adi, küçük, işe yaramaz insanın tekidir. Birincilerin yüklendikleri esas işlevleri çevre il ve ilçelerden, bazen de bir başka aşirettten vurgun (kellepur) vurmak ve kendine ait olan yerleri (toprakları) korumaktır. Bu bir aşirete karşı olabilir, bir yakın il ve ilçeye karşı olabilir ve hatta bu, çevre devletlere-uluslara (dugel) karşı olabilir. O yerler onların egemenliğindedir. (Egemenliklerindeki kutsal yerlerdir. Bu kesim, aynı zamanda kendini buralardaki kutsal mekanların tabii koruyucusu olarak görmektedir) Onların egemenlik haklarına müdahale edlemez. (aynı zamanda “gerçekler”in onlara küsmeleri, darılmaları da mutlaktır. Dersim toprağını – Herdê Dewrêşi- korumak, kutsal bir görevdir).
İkinciler ise birincilerin egemenlik alanında onların işlerini yapmakla görevlidirler. (Bir nevi Yunan şehir devletlerindeki yurttaş misali – ...köle yurttaş değildir. Dolayısıyla, anfi tiyatrolarda şehrin herhangi bir sorununa dair yapılan toplantılara katılamaz, karar mekanizmasının içinde yer alamaz. O sadece, kentin yurttaşına hizmetle sorumludur. Demokrasi onun için değil, yurttaş için vardır-). Aşiretliye çok yakın kalıyor ise (konağa yakın bir evde ikamet ediyorsa), onun (ağanın-aşiretlinin) ev işlerine varana kadar (evin yakınındaki tarlaları ekip biçme, davarlarını gütme, ayran yaymada yardımcı olma, odun getirme-doğrama-içeri koyma, dam üstündeki karları küreme, loğlama, kışın çığırları –hayvanların suya gidiş yolları- açma, çamaşırlarını yıkama...vb.) her işini yapmakla mükelleftir. O vakit onun sofrasından fayadalnma şansına sahip olacak; kışı yiyecek tasasından uzak geçirecektir. (Zeranik’te benzer durum Kasımoğlu’nun kapısında yıllar yılı yaşanmıştır) Daha uzaktakiler, aşiret köylerinden uzaktaki köylerde olanlar; sadece tarlaları ekip biçmeyle yükümlüdürler. Ayrıca, yılın belirli dönemlerinde işçi –yerğat (ırgat)- lazım olacakken, toplu olarak, aşiretlinin bazı işlerini gördükleri de olur. (yaprak kesme-getirme, çakşır biçme-taşım-indirme vb.) Bu kesim –ikinciler- birincilere hep “ağa” olarak hitap ederler. İkincilerin birkaç koyun, keçi ve bilemediniz bir iki inekten başka şeyleri yoktur. Ancak, her evin birkaç çift öküzü mutlak vardır. Atları-katırları pek yoktur. Zaten atları olsa da, öyle birincilerin yanında ata pek bir binici edasıyla binemezler. Bu, nispet sayılır. Nispetinde sonucu zaman zaman kötü olabilir. (Elleri arkasında, dam üzerinde Çarekan aşireti reisinin oğlunun karşısında gezinen yarıcısının bu tavrının, nasıl yarıcının haytına mal olduğu hala anlatılmaktadır!). Birincilere at lazım olduğunda, ikincilerin atlarını kendi atlarıymış gibi alıp giderler. Yavuz bir köpekleri varsa, ve aşiretliye de böyle bir köpek gerekliyse o da alınıp gidilir. Kısaca, gerekli olan bir şey istenildiği anda alınıp gidilir. Birinciler ikincilere kızabilir, onlara sövebilir, hatta bazen (-ki çok nadiren olur) tokat da atabilir, ama öldürmezler. Öldürme durumunda kendilerini küçülmüş, alçalmış sayarlar. Aşiret böylelerinin altına “yatak bile indirmez”. İkincilerin bir hukuku yoktur. Olsa olsa kendi aralarında bazı kavgaları olur ki, bunu da mülk sahibi her kimse gelip o halleder. Ancak, birinciler kendi hukuklarını yıllr öncesinden beri oluşturmuşlardır. Aralarındaki sorunları aşiret meclislerinin oturumlarında çözerler. (Aşiret içi sorunu, aşiret meclisinin yaptığı oturumlarda çözerler) Bu çözüm, bazen ikrar-kirvelik- biçiminde, bazen bir tarafın (!) diğer tarafa nakti ödemesiyle, bazen de toprak verme biçiminde kendini gösterir. Eğer aşiret meclisi (ya da aşiretler meclisi) çözümsüz kalırsa, o vakit “dedelik” kurumu devreye girer. Burada, anlaşma olmadığı takdirde; anlaşmaya yanaşmayan taraf sürgün edilebilir.
Bu yaşam biçimi, sözü edilen dönemde, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan iki farklı kişilik oluşumuna neden olmuştur. Birincilerin sergilediği; bağımsız, boyun eğmez, kendine güvenen kişiliği ile ikincilerin sergilediği kendine güvensiz, çekingen, işinde-gücünde, korkak, zayıf, güçlünün karşısında boyun eğen, ...köle kişilik!..
Söz konusun durum 1937-38’deki savaş yıllarına kadar sürmüştür. 1938 sonrasında yaşanan mecburi iskan ile savaşın yarattığı tahribat ve savaş sonrasında yaşanan kıtlık yaşam tarzını önemli ölçüde etkilemiştir. Mecburi iskana tabi tutulanların mülkiyetleri ikinci kesim arasında taksim edilmiş, böylece ikinciler de toprak sahibi olmuşlardır. Bu gelişme ile kişilik oluşumu yeni bir sürece girmiş olacaktır. Bir yanda artık mülk sahibi olma şansını yakalayan, “ağaları” korkutulmuş-sindirilmiş olan, fırsatçı kişilik; diğer tarafta malını-mülkünü yitirmiş, egemenliği kaybolan, hukuku ayaklar altına alınmış, kalan birkaç cesur insanı da sürgüne gönderilmiş, onuruyla oynanmış, yenilmiş-mağdur, ancak yenilgiyi içine sindiremeyen bir kişilik. (Bu kişi, artık istediği şeyi istediği anda gidip-alıp-gelen değildir. Oluşan yeni durumu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan, onun şaşkınlığını yaşayan, nekahat dönemine girmiş bir kişilik söz konusudur. Özgürlüğünü yitiren bu kişilik bir de toprak işleyecek olursa iyiden iyiye köleleşeceğini düşünmekte, şaşkın bir vaziyettedir!) Bu durum 1947’ye kadar sürer. Bu tarih sonrasında mecburi iskanın kaldırılmasıyla, sürgünler çoğunlukla geriye dönmeye başlarlar. Söz konusu durum aşiretler arasında büyük sevinç yaratırken, aşiretli olmayanların da büyük kaygılara düşmesine neden olmuştur. Dönenler gerçektende kalanlar kadar sinmiş görülmemekteler. Onlarda korku duvarları aşılmış, sürgünse onu da yaşamış bulunmanın rahatlığını yansıtmaktalar. Dönenlerin bir çoğu (dişli olanları) mal-mülklerine hemen sahip çıkarlar. İkinciler arasında yaşanan kaygı boşuna değildir. Devletin kendilerini verdiği, on yıla yakındır ekip-biçtikleri, artık benimdir dedikleri mülkler, rızaları olmadan, bazen küçük miktarlar karşılığında, bazen karşılıksız oalrak esas sahiplerince yeniden geri! alınmaktadır. Aşiretler tekrar güven duygusuna kavuşacaklar gibi görünse de, bu hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır.
Yeni dönemle birlikte gelenlerle birlikte moral değeri yükselen aşiretler eskisi gibi vurguna gidememekte, hazırda var olanla yetinilmeye çalışılmaktadır. Hazırın çabuk tükendiği görüldükçe, var olan durum bir şekilde aşılmaya çalışılmaktadır. Bu durumu aşabilmenin yolu çocuklarını okutmak biçiminde kendini dayatacaktır. Bunda iki önemli unsurun rolü vardır. Birincisi, toprağı işleme alışkanlıklarının olmayışı ve toprağı işleyenlere karşı var olan bakış tarzları; ikincisi ise, okuma-yazması olanların eskiden beri itibar sahibi olmaları. (böylelerine “efendi” ünvanı verilir, aşiretler arası cemaatlarda danışman olarak kullanılırlardı) Aşiretli olmayan kesim ise aynı sorunları, yaklaşık olarak on yıla yakın bir süredir kendilerine taksim edilen tarlaları yine kendi adlarına ekip-biçerek aşmaya çalışacaktır. Bu güne değin edindi! kleri küçük birikimlerini bu tarlaları almak için kullanmaktan başka çareleri yok gibidir. Aşiretlerde genel olarak çocuklarını okutmak için tarlalarını satmaya meyilli olduklarından onlar da sorunu bu biçimde aşmanın yolunu tutarak 1950-70 yılları arasında bayağı bir mülk sahibi olacaklardır. Mülkiyet, artık gönüllü olarak el değiştirmektedir.
Bu tarihler arasında genellikle bölgede okuyanlar aşiret kesiminin çocuklarıdır. Diğer kesim için aslolan büyük umut ve heveslerle aldıkları tarlalarının işlenmesidir. Edindikleri mülkü büyük bir zevk ve istekle (eskiden beri içlerinde var olan mülkiyet hırsını da düşünecek olursak...) çoluk-çocuk tüm aile elbirlğiği ederek işleyeceklerdir. Onlar için dinamik nüfusun köy dışına çıkması hiç de akılcı değildir. Çünkü faaliyetleri ağırlıklı olarak bu dinamik nüfusun varlığına bağlıdır. Diğer yanda, onların eğitim-öğretimine ayıracakları maddi güçleri de yoktur. Edinebilecekleri küçük birikimleri hayallerini süslemekte olan başka tarlalara saklamaları gerekir. Hem onları işlemek için daha almaları gereken bir dizi tarım araç-gereci de cabası.
1950-70 dönemine damgasını vuran, kişiliğin dönüşümünde etkin olan sorunlardan biri cumhuriyete bakış açısıdır. Gerek aşiretli gerekse aşiretsiz her kesimden büyük bir çoğunluk cumhuriyeti benimsemiş görünmektedir. Gençlik (özellikle okuyan gençlik) büyük oranda Kemalist olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu her iki taraf açısında anlaşılır kılan şey şudur. Aşiretlerin cumhuriyetle kazanılan eğitim-öğretimde eşitlik ilkesinden ve dönemin bu anlamdaki popülist politikalarından faydalanarak çocuklarını okutabilmeleri (köylü gençlerin eğitmenlik programına alınmaları) onların kemalist politikalara yakınlık duymalarını sağlamıştır. Aşiretli olmayan kesimin Kemalizme ilgisi ise, cumhuriyet ve mülkiyetle eş zamanlı olarak tanışmasındandır. Bu sempati her iki kesimin laik cumhuriyete ve medeni dünyaya(!) hızlı bir entegrasyonunu getirecek, kişilik dönüşümü üzerinde önemli etkiler oluşturacaktır.
Bu dönemin kişilik oluşumu üzerinde ayırt edici bir başka özelliği de 38 sonrasında da varlığını bir şekilde devam ettiren “dedelik” kurumu olmuştur. Dedelik kurumu asıl darbeyi ıkumakta olan aşiret çocuklarından yemiştir. 68 jenerasyonu dünyada esen devrimci rüzgarın etkisi ile Kemalizmin tekke ve zaviyelere karşı tutumunu birleştirince “dedelik” kurumu ile otantik sayabileceğimiz geleneksel inançlara karşı amansız bir mücadele başlatılmıştır. Bu mücadele her ne kadar dedelik kurumunu sarsmışsa da gençliğinde halktan kopmasına neden olmuş, iki cami arasında bênamaz bir kişilik süreci yaşanmıştır.
1970-80’li yılllar arası aşiretli olmayan ailelerin de yoğunluklu olarak çocuklarını okutmaya başladığı yıllardır. Her iki kesimin çocukları artık sadece yazları köyde değil, artık kentte de birliktedirler. Aslına bakılırsa yazları köyde pek birlikte oldukları söylenemezdi. Kesimin biri okul yorgunluğunu atıp tatil yaparken, diğeri için tam aksine yoğun iş mevsimi başlamıştır. Kesimin biri akşamları kahve önünde sohbetler, gece kovalamacaları oynarken, diğeri yorgunluktan kendini zar-zor evine atmış; erkenden kalkacağı için de, erkenden uyumuştur. Sadece birbirinin varlığından haberlidirler. Hepsi o. Ama artık öyle değil, artık her zaman her yerde birliktedirler. Kışın okullarda, yazın tarlalarda. Artık, az-çok aşiretli kesim de tarla tarımına başlamıştır. Tarımdaki kapitalistleşme, onları küçümsedikleri kara sabanın sapına yapışmaktan kurtarmıştır. Teknoloji harikası traktörlerine binerek (!) tarlalarını ekmeleri de bir başka ayrıcalık olsa gerek! Yeni duruma uyum sağlama işinde aşiretli olmayan kesim de gecikmeyecek, ya aşiretli kesimden biriyle ortaklaşa, veya kendi aralarında birkaç kişi bir araya gelerek traktörler edineceklerdir. Yani aradaki eşitsizlik bir farkal (ruh hali farkı), hızla yok olma sürecine girmiştir.
Aşiretli kesim, çocuklarının aracılığyla (okullardan taşıyıp getirmeleri sebebiyle), diğer kesimden daha önce Kemalist ve sol fikirlerle tanışma fırsatı bulmuştur. Bunun yarattığı çatışmayı daha önce yaşamaya başlamıştır. Özellikle sol denilince aşiretli olmayan kesimle eş düzeyde olmak (özellikle ruhsal anlamda- ekonomik anlamda neredeyse zaten eş düzeye gelinmiş bulunmaktadır-) demektir ki, bu da öyle kolay yenilir yutulur şey değildir. Yıllardır kapısında çalışmış olan biriyle eş düzeyde olmak!.. Ne menem şey!...Bu çocuklar düpedüz şaşırmış!... Falan kesin oğlu olan ben, kimin nesi olduğu belli olmayan ne idiğü belirsiz bir rençberle aynı düzeyde olmak!... Allah ıslah etsin!... Hem devletle de uğraşmak öyle kolay mı?.. Devlet güçlüdür. Silahı var, topu var, tüfeği var. Ya sizin, sizin neyiniz var?.. Hepinizi öldürürler!... Aman gelin bu sevdadan vaz geçin. Siz daha silahı bile tanımıyor! sunuz. Oysa 38’de bir orduya bedel insanlar vardı. Ne oldu?.. Hiç...
Aşiretli olmayan kesim ise aynı dönemi biraz daha farklı duygular içinde geçirmektedir. Bir yandan devletin 38 sonrası uygulamalarından dolayı minnet duymakta, diğer yandan bu ağaların sonunu getiremedi diye öfkelenmekteler. Kökleri getirilseydi kendilerine tahsis edilen torakları elden çıkmayacaktı. Gerçi bu toprakları kendi korkaklıkları nedeniyle yitirmişlerdi ama, devletede çok güvenememişlerdi ki. Buna rağmen kendi gayretleriyle bir hayli toprak edinmişlerdi. Allahtan bu ağa takımı “aptal, budala ve kendini beğenmiş” inasnlardan oluşuyordu. Yine de laik cumhuriyetin varlığı olmasaydı bütün bunlar olamayacak, sistem eskisi gibi devam edecekti. Eskisi gibi yine sadece ve sadece aşiretlere çalışıyor olacaklardı. O halde asıl belirleyici olan, yine de laik cumhuriyetti. Laik cumhuriyete ve dolayısıyla Kemalizme sempati ile bakmamak mümkün mü? Kaderlerin! in değişimi tamamen onun sayesindeydi. Ancak, hala her şey diledikleri gibi değildi. Bir kere ruhsal olarak aşiretlerle aynı düzeyde değiller. Köklü çözüm önerilerine ihtiyaç duymaktalar. Karaoğlan’ın toprak işleyenin sloganı döneme cuk diye oturacaktır. CHP bölgede tarihinin en büyük oyunu bu dönemde alır. Onların gözünde 100-200 dönümü geçmeyen arazi sahipleri, kısaca aşiretler birer toprak ağasıdır. (İşin ilginç yanı, aşiretler de kısmen kendilerinin öyle olduklarını sanır ve topraklarının bir kısmını bu korkuyla satarlar. Topuzluların Kızılveyranı satmaları, tamamen Ecevit Hükümeti’nin topraklarını dağıtacağı korkusuyla gerçekleşmiştir.) Topraklarını külliyen ellerinden almak gerekir!.. Havalarını esas o zaman göreceğiz!.. Ancak yaratılan bu hava çabuk geçer. Karaoğlan “umut” olmaktan erken çıkar. Ama umutlar tükenmez. 50’ler sonrası okuyan gençlik tarafından taşınan “sosyalizm” fikri alabildiğine canlanmaya başlamıştır. Diğer yandan, 70’li yıllarda bölgede yayılmaya çalışan sol hareketlerin canlandırılması söz konusu olacaktır. Özellikle sol hareketlerin (MDDci çizgi) taşıyıcılığını yaptığı anti-feodal mücadele Ecevit’inkinden daha tutarlı görünmektedir. “Kahrolsun patron-ağa devleti” “Patron-ağa devletini yıkacağız, halk iktidarını kuracağız” “Yaşasın işçi-köylü iktidarı” “Kırdan kente, iktidarı parça parça kuracağız”, “Devrimin merkezi kentten-kıra taşınmıştır”, “ Devrimin merkezi artık ülkemiz gibi yarı sömürge, yarı feodal ülkelerdir”, “Emperyelizm en zayıf halkasından kırılır”, vb. teoriler ve sloganlar bu kesim içinde geniş yankı bulacaktır. (Halk kesiminin anlamakta zorlandığı, ama gençlikte taban bulan “Kahrolsun Oligarşi” gibi sloganları da unutmamak gerekir. Yukarıda sıraladığımız sloganlar yöredeki aşiretsiz kesime (!) daha çok hitap ettiği için sıralanmıştır. Bizi ilgilendiren boyutu bu sloganların onlarda vücut bulduğu biçimdir. Yoksa sloganları üreten anlayış değil. Bunu burada belirtmek gerekir. Aksi halde konu farklı bir tartışma gerektirir. Burada yapılan herhangi bir sol yapılanmayı eleştirmek veya tartışmaya açmak değil, bu işi zaten sol yapılanmalar kendi aralarında fazlasıyla yapıyorlar. Bizim tartıştığtmız bölge insanı üzerindeki etkileridir.) Bu patron-ağaların iktidarı demek ki yok olabilecek!.. Onların anladığı, anti-parantez belirttiğimiz üzere, sloganı yaratan düşüncenin kastettiği, hatta bizzatihi vurguladığı “Komprador patron –ağalar”değil; kendi yörelerinde gördükleri ağa(!)lardı. “Dersim dört dağ içinde!..” Kolay mı?.. Bölge insanı da “dört dağ içinde”!... Bu sınırlar içinde o sloganların gerçekte neyi ifade ettiği önemli değil, onlar için neyi ifade ettiği önemlidir. Onlar da gerekli anlamı yüklemekte gecikmeyeceklerdir. Artık neredeyse tüm gençlik bu fikirlerin ateşli savunucusu olmuştur. “İktidarı parça parça kızıl siyasi üsler yaratarak” alma düşüncesi (-Ki zamanla diğer sol yapılanmalar da teorik anlamda bu tarz ifadeler kullanacaklardır) bölge insanının öz geçmişine denk düşecek, aşiretli kesimin de bu anlamda sempatisini toplamaya başlayacaktır. Hele “devrimin objektif şartları”!... Subjektif şartlar zaten var. Halkın ruh hali malum!... Hangi şart noksan?... Hangi kesim sempati duymak için gerekli çıkarsamaları yapamamakta?.. Dolayısıyla, kimi bütün benliği ile inanarak, Demokratik Halk İktidarını, oradan da sosyalizmi inşa amacıyla; kimileri de çevrelerindeki (!) patron-ağa düzenini yıkmak, şu kendini beğenmiş aşiretlerin burunlarını sürtmek için (!) söz konusu hareketin militan unsurları olma yolunda gerekli gayretkeşliklerini sergilemişlerdir. Öyle an gelmiştir ki, artık her şey tamamdır. Birkaç silahlı grupçuk da oluşturulmuştur. “Kar kalkar kalkmaz(!)” devrim neden olmasın ki?...Ah şu kar bir kalksa!.. Dedik ya “Dersim dört dağ içinde”(!) Kimi Dersimliler’in dünyasıda sadece o dağlar içinde!.. Kimi ailelerin de başka aile ve aşiretlere husumetleri vardır. Aynı yapılanma içinde onlara üstünlük kurmak ve belki bir gün intikam almak pek olası görülmemektedir. O halde başka yapılanmalar içinde yer almak gerekir. Öyle bir an gelir ki, her bir aşiret bir başka sol yapılanmayla özdeşleşmiş olmuştur. Yörede kimi insanların bu durumu “modern aşiretçilik” diye tanımlarına neden olacatır. Bu durumdan dolayı kendini sağlama almaya çalışan iş sahibi kimselerin bile “örgütleri” olacaktır. Artık “C. Yaşar’ında bir örgütü vardır. Öyle önüne gelen herkese yardım edemez.” Bu dönemde bölgenin kişilik sapması en üst noktalarında gezinmektedir. Özellikle aşiretli olmayan kesimin çocukları, atalarının asla elinin değmediği silahı çok sevmişlerdir. Onun büyüsü ne müthiş!.. İnsan kendini ne kadar da güçlü buluyor!.. Artık bu dağların ve bölgenin yeni efendileri onlardır. Gittikleri her yere korku salmakta üstlerine yoktur. (Ha!... “Senin deden benim dedemi Zeraniğ’in harmanlarında tokatlamıştı, değil mi?..” Bak şu elimdeki silaha. Şimdi güç bende!...Artık ‘He-Man’benim. Al sana, al sana birkaç dipçik!.. “Geçmişi unuttuk sanmayın”- E...temel hedefimiz de yıllar yılıdır ezilmişliğin, horlanmışlığın intikamını almak değil mi?- Durun bakalım daha bu ne ki?... Siz sadece Patron-Ağa değil, zamanla da işbirlikçi-ajanlar olacaksınız. Bakın o vakit sizlerden nasıl da kolayca intikamımızı alacağız!...) Ezilmişliğin, horlanmışlığın psikolojik etkileri! nden sıyrılmanın zamanı gelmiştir. İşte bölgedeki yeni KİŞİLİK.
Bunun yanında, özünde buna benzemeyen, ama o da kendini bu dağların efendisi zanneden; eski öz güvenine kavuşan, hedefleri daha büyük olan (sosyalizmin inşası için demokratik halk devrimini yapacak olan) bir KİŞİLİK. Yani, geçmişten beri var olan iki farklı kişilik (aynı yapılanmalar içinde bile- burada farklı bir sol yapılanmadan söz etmiyorum. Zaten söz konusu olan tek tek sol yapılanmalar değil, o bünyelerde yer alan aşiretli ve aşiretsiz diye tanımladığımız kesimlerin genç kuşakları ve onların kişilik biçimlenişidir) hep değişik formatlarda (varyasyonlarla), ama zamanla birbirine daha çok benzeyerek, tekrar tekrar karşımıza çıkacaktır. Her iki kişilikte artık birer dünya insanıdır. (Her iki kişilikte, bölgesel farklılıkları önemsemeyen, tarihsel ve diyalektik materyalizmin sadece adını duyan, ama onu asla anlamayan birer dünya insanıdır, artık. Bunlar hiçbir zaman gerçek sosyalist de! olamamışlardır. Milliyetçi olmayan entelijensiyanın alıntıları sindirebilecek öz kimlikleri olmadığından, alınan alıntılar hiçbir zaman kendilerinin olmadı. Onlar hep büyük ustaların (!) alıntıları olarak kaldı. Çok değer verdikleri Mao’nun Sun Yat-Sen’e, hatta atalarına yapmış olduğu atıfları bile anlayıp, özümseyemediler. –Kimileri de hiç hakları olmadan, kendi tarihlerini özümseyemediklerinden olacak, Mao’nun atalarına ve Sun Yat-Sen’e olan itaflarından hareketle “üç dünya teorisi” ni red etme yolunu seçtiler. “Üç Dünya Teorisi”yle ne alakası varsa!..- Dolayısıyla, sosyalistlikleri de, aydın olmaları da, demokratlıkları da hep köksüz kaldı. Zamanla bu kesim; ideolojilerini, düşüncelerini ve değerlerini aldığı kolaylıkla bırakıverdi. Kendi için yaratmadığından, kendini yargılama zahmetinde de bulunmadı.)
Diğer yandan da bir üçüncü oluşum vardır ki, o da kendini içinde bulunduğu coğrafya ile eş tutan, aradaki farklılıkları görmeyen, ama o da bir öncekiler gibi yapay güce ve silaha güvenen, kendini bölgesinin ve dağlarının tekrar (eskisi gibi, yeniden) efendisi sayan KİŞİLİK. Bu kişiliğin esas ortaya çıkış süreci 90’lı yıllardır. Burada, her üç kişilik eğiliminin de demokratlıktan uzak, zora dayalı, yapay kahramanlıklar sergileyen (-ki kişisel kahramanlıkların ortak tarihsel bir arka planının olduğunu unutmamak gerekir) bu şekilde tatmin ve mutlu olduğunu sanan ortak bir yanlarının ortaya çıktığı görülecektir.
Döneme damgasını vuran bir başka özellik de, 70 öncesi sarsılan ama varlığını devam ettirebilen “pirlik-babalık” kurumudur. Aşiretli olmayan kesimin çocuklarının da siyaset sahnesine çıkmaları (okuma-yazma, sol hareketler içinde yer alma vb.) ile sol Kemalist fikirlerin yaygınlık kazanması sonucu son darbeyi alacak ve bir daha sahneye hiç çıkmayacaktır. Artık bu kurumdan etkilenebilecek bir kişilikten söz etmek olası değildir.
1980-90 yılları arasında öncelikle sol grupların yoğun bir silahlı propoganda dönemi yaşanır. Toplum içinde kendini kanıtlayamayanların kendilerini kanıtlayabilecekleri bir alan açılmıştır. Bunun, dönemin kişiliği üzerinde önemli etkileri olacaktır. İçinde bulunduğu köy veya ailesi tarafından horlanan hemen herkes kısa sürede efsanevi (!) birer gerilla oluvermektedir. Ancak efsanelikleri, ya çıkan bir çatışmada rahat kaçabilmek için bıraktıkları silahlarıyla; ya da yakalandıklarınada takındıkları tavırlarıyla bir saman alevi gibi yok oklur. Ancak, henüz bu tarz bir durumla karşılaşmış olmayanlar için efsanelik şansı devam etmektedir. Eh, bunun keyfini de çıkarmak gerekir hani!... Efsaneleşmekte olan bu kişiliklerin esas hedefleri olan aşiretleri yok edebilme fırsatı da iyiden iyiye doğmuştur. Nerede kim ileri gelen ise, kendini de ileri çekiyor ve ağzı laf yapıyorsa (-ki bu tipler eleştiri yapmaktan korkmazlar. Eli silahlı bu dağların yeni efendilerini boyun eğesileri hiç yoktur. Öyleyse;...) onlara devrimci şiddet uygulamak, partilerinin kararlılığını ve disiplinini kendilerine kanıtlamak gerekir. Bu anlayış içinde bir çok insan “muhbir” iddiasıyla (-ki yörenin değer yargıları açısından, özellikle 37-38’in yaşandığı bu topraklarda “muhbirlik” en affedilez suçlar kapsamındadır. Bunu bilip kullanmamak olur mu?..) yok edilir. (Arada bir bu kurbanlara iade-i itibarın yapıldığını unutursak kendilerine haksızlık yapmış oluruz) Bu halkı kurtarma iddiasında olan yeni jenerasyon, bu halka “güç” karşısında boyun eğmeyi öğrenmesi gerektiğini (-ki tarihler boyu yöre insanı öğrenemediği ve öğrenmemek için direndiği bu şeyi, artık bunlar vasıtasıyla öğrenmeye başlamaktadır. Bu vesileyle, esasta hizmetin kime yapıldığını, varlıklarının devamını neye borçlu olduklarını, varın siz düşünün) dayatmaktadır. Zeranik’te, dağın Şavağa satılma biçimine karşı çıkan dönemin ihtiyar heyeti üyelerinden birine bu tavrından dolayı bile “parti disiplini” hatırlatılabilmektedir. Köylülerden kolayca vergiler tahsil edilebilmekte, vergisini ödemeyenler işbirlikçi ilan edilebilmektedir. Öyle bir kişilik oluşturulmaktadır ki, kişiler kendilerini tanımakta zorlanmaktalar. Gelene ağam, gidene paşam!... İkincilerin (aşiretli olmayan kesimin) tarihlerden beri içinde bulundukları ruh hali!... (toprağı işleyen daima istikrardan yana olur. İstikrar güçlü olandan yana olmakla başlar. Kim istikrarı sağlar pzisyonda ise ondan yana olmak gerekir. Mümkün mertebe çatışmalardan uzak kalıp, zaiyat vermemek ya da zarar görmemek. Mentalite bu olmalı!.. Onun için toprağa bağlı, onu işleyen toplumlar genel olarak, işgalciye karşı koymazlar, direnmezler. Onlar için kimin idareyi elinde tuttuğu önemli değil, onlar için önemli olan kimin istikrarı sağlayabileceğidir. Bu daha geniş bir yazı konusu olduğundan burada bu kadarını söylemekle yetinelim) Her nabza göre şerbet verme alışkanlığı alabildiğine gelişecek, bunu beceremeyenler birer birer yerini yurdunu terk edeceklerdir. Daha fazla köleleşmemek için kaçanların adı da “kaçkına” çıkacaktır. Kaçanlar da kaçtıkları yerde yok olma sürecini yaşamaktan kurtulamayacaklardır. Gidilen yerlerde ebeveynler çocuklarını tanıyamaz olurlar. Eskiden aynı şey için ağlayıp, aynı şey için gülen ebeveyn ile çocukları büyük kentlerde farklı şeyler için ağlayıp, farklı şeyler için gülmeye başldılar. Kente doğru yaşanan göç, hem aşiretliyi hem de aşiretsizi kapsamaktadır. Kalanlar bir yandan devlet yanlısı, bir yandan sözü edilen yapılanmaların yanlısı, eğer bir yapılanma içinde çirkefliği(!) açığa çıkmışsa bu defa başka bir yapılanma yanlısı olarak davranırlarken, göçenler kentin acımasız çarkları içinde yok olmuşlardır bile.
1990-2000’li yıllar arasında ise bölge insanı iyiden iyiye boyun eğmeyi ve kendince yaşayabilmek için politika yapamyı öğrenir hale gelmiş bir kişilik profili çizmektedir. Bu yıllar, bölge insanı köyleri yakıldığı için artık köylerini zorunlu olarak terke mecbur kalmış, büyük çoğunluk batı kentlerine göçerken, küçük bir azınlık merkez köyler ile ilçelere göçmüştür. Yaşama şansları tamamen güç unsurları karşısında takınacakları tavra bağlıdır. Hatta bu unsurlardan zamanla faydalanmayı bile öğreneceklerdir. Bu anlamda ekonomik durumu iyiye gidenler bile olacaktır. Hatta tüccar kesimi var olan durumun devamı için içten içe dualar bile etmektedir. Sayısız askerin harcamaları ile dağdakilerin dolar ve markları ekonomik durumun devamının tek garantörü olarak görülmektedir. Eğer fiili durum son bulursa, zaten boşalmış olan bölgede kimlere satış yapılabilir ki? Bölge kişiliği artık tamamen erozyona uğramış, eski kişilik anılarda kalmıştır!..
Temmuz-Ağustos 2000