Bonê Cemê Hacüliye (Pülümür) - Büyük Dam[1]

Waxtê veri de a muhit de bonê cemio en gırs ê Hacüliye biyo. Ni boni sero xêlê meselê qesey benê. Ninara jüya xo ki nia ra :

Rocê cem ke gırê dino, esker erzeno dewe ser. Raa çêverê bonê cemi nêvinenê. Eskeri vecinê boni ser, locıne ra nia danê ke hela zere de çı esto. Vinenê ke mılet zere de cem dero. Xebere danê qomandani. Qomandan vecino boni ser, locıne de nia dano ke, zere de insani nê, miy estê. Ebe sır u keramete mılet zulmê qomandani ra xelesino ra.

Pir Memet Çelebi hawta u phonc serriyo, Hacüliye rao. Xızmeta bonê cemê Hacüliye o ano hurendi. Kokımê na dewe çıxa ke zonê ma zanê ki, mordem tey veceno ke no zon (Zazaki) zonê maa ina niyo. Ê wertê xode Tırki qesey kenê. Coka ma no reportaj ebe waştena piri Tırki de kerd, nusna.

Pir Mehmet Büyük Dam’ın bahçesini bize gösterip, „buralar hep evmiş“ diyerek geçmişte oranın bu günden daha kalabalık bir yerleşim birimi olduğuna işaret ettikten sonra, Kara Kapı denilen ve kendi deyimiyle „peyleri“ daha yerinde duran kapıdan girilip, üstü kapalı bir çok odadan geçildikten sonra Büyük Dam’a girilirmiş diyor.

 

Xal Çelker: Peki neden bir çok odadan geçildikten sonra Büyük Dam’a girilirmiş?

 

Pir Mehmet: Büyük Dam içeride kalıyormuş. Tünele benzeyen odalardan geçilirmiş ki, hiç kimse orayı görmesin. O zaman... Hükümet... Tabi, şeriat devri ki! Bırakın ben Aleviyim demeyi, ben Haşimiyim bile diyemiyorlarmış.

Bu kapı kendikendine açılıp örtünürmüş. Herhangi bir artniyetli kişi geldi mi, kapı kapanırmış, kimse içeri giremezmiş.

Rusların gelişi zamanında bu kapıyı çalıp Tahsini’ye götürmüşler. Fakat tahtadan olan bu kapının Tahsini’de ne olduğunu hiç araştıramadım.

Ulu direk

Düzenlediği bahçeden bizi eskiden üstü toprak olan, sonradan çatısı atılan Büyük Dam’ım asıl giriş kapısına götürüp, sağında köşetaşları henüz yerinde duran bir evi göstererek, konuşmasını sürdürüyor

 

Pir Memet: Bu ev Mula Mamut’a aitmiş. Esas Büyük Dam’da oturan, ona sahiplik ve hizmet eden amcalarımızdan biri olan Mula Mamut’muş. Günün birinde Mula Mamut elindeki sikke taşını atarken, taş gidip çocuğun birine değiyor ve çocuk ölüyor. Olacak iş ya! Bu olaydan sonra Büyük Dam bana haram olsun” deyip, talip de almıyor artık. Ve şimdi onun ocağını sürdüren kimsesi yok.

(…)

İşte bu yaklaşık 500 senedir Pir Sultanın kendi kurduğu, yani kendi elleriyle Ulu Direğini diktiği binadır.

Depremde yer yer hasar gören odayı tamir ettiğini, içinin boya ve badanasını yapmak isediğini, fakat orjinalitesini yitireceğine yönelik söylenen fikirlerden dolayı, karışmadığını belirttikten sonra, kendisine duvarların, “çerangların” neden isli ve dumanlı olduğunu sorduğumda ise şöyle diyor

 

Pir Mehmet:

Ruslar geldiğinde buraya kadar yıkıyorlar. Burda Rus askerlerinden biri düşüp ölüyor. Diyorlar burda İbo var, yani Allah var. Buraya karışmıyorlar, burayı karargah yapıyorlar. Tabi o dönemde bu mübarek asalar sır oluyor. Sadece bu Ulu Direk kalıyor. Bu Ulu Direğ’i de Pir Sultan burayı yaptığı zaman ustaları diyor ki „Sen pirsin, bu da senin tekken. Buraya bir Ulu Direk lazım“. Bunun üzerine Pir Sultan „Siz oturun, yemeğinizi yiyin“ diyor ve kendi yola koyulup Erdebil’e gidiyor. Aynı gün, aynı saatte, daha onlar yemekte iken dönüp geliyor. İşte o Kara Kapı’yı, mübarek ziyaretleri (asaları) ve bu Ulu Direğ’i beraberinde getiriyor. Elini atıp Ulu Direği orta yere koyuyor ve üzerine binayı kaldırıyorlar. Direğin altı boşluk, direk havada duruyor ve bütün bina hep onun üzerine duruyor.

Eşi Kamile Ana lokmalarımızı kabul edip dualarımızı vermesini söylediğinde ise dualarını bizden esirgemiyor Pir Mehmet ve bizler de mumlarımızı yakıp Ulu Direğin dibine indirriyoruz. Bayanlar pirden destur alıp eve döndükten sonra, biz de işi başından alıp, sohbete koyuluyoruz.

X. Ç.: Dede, neden köyünüze Hacılı deniyor?

 

P. M. : Pir Sultan Erdebil’e gidip, Erdebil’deki büyük tekkeyi ziyaret ettiği için, dönüşünde köyün adı Hacılı olarak değiştiriliyor. Çünkü o Erdebil’deki tekkeyi ziyaret etmekle hac etmiş oluyor, hacı oluyor ve köy de onun adıyla anılmaya başlanıyor. Erdebil tekkesi o dönemlerde bizim hac yerlerimizden biridir.

 Pir ve Ana

X. Ç. : Dede, bu ocağın adı nedir ?

 

P. M.: Ocağın adı Pir Sultan Tekkesi’dir. Diğer adıyla Büyük Dam. Cemevleri olmadığından, büyük yapılan bu damda cemler bağlanırdı. Bundan büyük bir dam bu cıvarda yokmuş. Onun için Büyük Dam demişler. Eskiden burda kışın her hafta cem bağlanırdı. Hızır Orucu’nda buraya yedi köyün adamı gelirdi. Sabaha kadar cem, cemat, muhabet vardı. Şimdi artık itikat… İtikat daha var da, kimse kalmadı, köyler boşaldı, millet dağıldı.

Eskiden Türkiye bu günkü gibi bütün değildi, eyalet eyaletti. Hızır Paşa doğuda hüküm sürüyordu.

(...)

Aslında Pir Sultan ilkin Sıvas’a gidiyor, orda tahsilini görüyor, kendini yetiştiriyor. Zaten ermişlere her şey ayandır. Pir Sultan, halkı ezip sömürdüğü için Hızır Paşa’ya karşı çıkıyor. Aslında Pir Sultan’nın talibi olan Hızır Paşa da ona hürmet ediyor ve onu asmamak için piri Sıvas’tan taşra ediliyor, yurtdışı ediyor ve diyor, “Pirim lütfen sen buraları terk et ve git. Sen burada kalınca her kes gammazlıyacak ve ben seni asmak zorunda kalacam”. Böylece hem kendisine yol buluyor, hem de Pir Sultan’a yol veriyor. İşte Pir Sultan o zaman yola koyulup İran’a gidiyor, Erdebil Tekkesi’ne, Horasan’a. Horasan’daki Tekke ona, “Senin yerin burası değil, senin yerin Anadolu. Sen yine yola koyulup Anadolu’ya gideceksin, orada mekanını kuracaksın. Pir Sultan da yola koyulup buraya, Hacılı’ya geliyor ve burada mekanını kuruyor. Erdebil Tekkesi’nden geldiği için de kendisine “hacılı” diyorlar ve köyün adı da Hacılı oluyor.

Gelip burayı mekan tutuyor, bu binayı yapıyor. Burda evleniyor ve Seyd Ahmet adında bir oğlu oluyor. Fakat Pir Sultan’ın orda (Sıvas’ta) da Pir Mehmet, Seyd Ali ve Ergayip adında çocukları var. Pir Mehmed’i orada şehit ediyorlar. Onun mezarı herhalde Banaz’dadır. Ergayip ise babasını aramak için Dersim yöresine geliyor.

(...)

Dersim yöresinde öldürülüyor ve mezarı Düzgün Baba Ziyaretgah’nın aşağısındadır, yani daha Düzgün Baba’ya varmadan.

 

X. Ç. : Siz Pir Sultan’ın burada Seyd Ahmet adında bir oğlu olduğunu söylediniz. Peki onun soyundan kimse var mı?

 

P. M.: İşte biz onun (Seyd Ahmet) soyundanız. Banaz’dakiler ise Pir Mehmed’in soyundandırlar. Evet, Pir Sultan burada 10-15 yıl, daha mı fazla, daha mı az bilmem, kaldıktan sonra, Banaz’daki ailesiyle bir irtibatı olmadığından onları merak edip, Sivas’a yönelir. Oraya vardığında ailesi bunu tanımıyor, ağlaya ağlaya gözleri kör olmuş. Derken yeniden tanış oluyorlar. Aradan bir süre geçtikten sonra onu çekemeyenler haberi Hızır Paşa’ya, o Hızır olamaz Hıdır Paşa’ya iletiyorlar. Hıdır Paşa Pir Sultanı yanına çağırıp ona, „Pirim, artık yeter seninkisi. Beni elalem içinde rezil etme! Gel bu Şah’tan ve şah kelimesinden vaz geç“ diyor. Pir Sultan ona, „Senin yediğin, içtiğin haram. Ben sana nasıl talip diyeyim ki? Senin yeyip-içtiklerini benim köpeklerim yemez” diyor.

 

X. Ç. : Buranın yapılış tarihini biliyor musunuz?

 

P. M.: Yaklaşık olarak 15. yüzyılda yapılmış olmalı. Sanırım Pir Sultan kırk-elli yaşlarında iken bu işler oluyor. Seceresi ise şöyle: Pir Sultan’dan Seyd Ahmet, Seyd Ahmet’ten İnce Mehmet, İnce Mehmet’ten Seyd Ahmet ve derken hepsinin sadece birer oğlu oluyormuş. 4. Seyd Ahmet’e kadar aynı isim takip edilmiş. 4. Seyd Ahmet ise kendi yakınlarıyla evlenmemiş, burdan biriyle evlenmiş ve yedi çocuğu olmuş. Şimdi bizim bu köy yedi kardeşten oluşuyor. Bunlar sırasıyla Seyd Ahmet, Seyd Halit, Seyd Ali, Seyd Yusuf, Seyd Hüseyin, Seyd Halil ve Seyd Musa.

(…)

Ve derken sonunda Hıdır Paşa Pir Sultan’ı astırıyor. Sabah her kes kahvede hüzün ve yas içinde iken biri içeri giriyor. Hüzünlü durumu görünce, ne olduğunu soruyor. Kahvedekilerden biri pirleri Pir Sultan’ın Hıdır Paşa tarafından astırıldığını söylüyor. Bunun üzerine kahveye giren kişi şöyle diyor, “Yok yahu! Ne asması! Ben Malatya Gediği’nden geliyorum, Pir Sultan’ın sazı omuzunda Malatya Gediği’nden gidiyordu”. Orda dört yol var, dördünde de Pir Sultan görülüyor. Kahvedekiler yola düşüp darağacına gidiyorlar ve görüyorlarki darağacında pirin hırkası asılı duruyor. Bunun üzerine Hıdır Paşa asker salıyor pirin peşine. Kızıl Madeni denilen yerde bir köprü vardır. Askerler orada pire yaklaşıyorlar ve pir köprüye, “Köprü eğil!” diyor. Köprü eğiliyor, askerler karşıya geçemiyorlar. Köprünün hala eğri durduğu söyleniyor.

Pir Sultan’da tekrar Erdebil’e gidiyor. Erdebil’dekiler bir süre sonra ona yine kendisinin mekanının Anadolu olduğunu söylüyorlar. Bunun üzerine Pir Sultan yola koyuluyor ve o günden beri pirin nereye gittiği bilinmiyor. Mezarı belli değildir. Sazı omuzunda, sözü ağzında çalıp, söyleyip dolaşıyor. Çünkü beşyüz yıl önce çalıp söylediği deyişler, beyitler hala her yerde söyleniyor ve söylenecekler.

(…)

 

X. Ç. : Pir Sultan Abdal’ın burda uzun bir dönem yaşadığını söylediniz. Pirin Dersimlilerle alakası ne?

 

P. M.: Dersimliler Alevidirler, Ehli Beyti seven kişilerdir. Hacı Bektaşi Veli ve diğer evliyaları seven kişilerdir. Pir Sultan da bunların içinde yaşamış. Bu itikat uğruna mücadele etmiş biridir. O Dersimli değildir, o Ehli Beyttir.

 

X. Ç. : Ama Ehli Beyt soyundan olanlar Arap değil mi!

 

P. M.: Değildir. Ehli Beyt soyu Arap olamaz. Arap ülkesinde doğmuş, yaşamışlar, fakat Arap değiller. Muhammed diyor ki, “Arap bendendir, ama ben Arap’tan değilim”.

(…)

Hz. Muhammed Arş u Ala’dan döndüğü zaman Kırklar’a da uğramıştı. Her kes dedi “Gidelim, Hz. Muhammed’i taaf edelim. Arş u Rahman’dan bize ne getirdi görelim. Neler gördüğünü öğrenelim“. Hz. Ali de cengden dönmüştü. Muhammed’e gidip, „Mirac’ın mübarek olsun“ dedi. Muhammed de, „Seferin mübarek olsun“ dedi. Hz. Ali, „Ya Muhammed! Ne gördün, ne ettin?“ dedi. Muhammed şöyle dedi, [Giderken kapıda bir aslana denk geldim ve çok dara düştüm. Cenabi Hak’ka yalvardım. Cenabi Hak, “Yüzüğünü ver, aslan gider” dedi. Ben de hatemi çıkardım attım aslana, aslan aldı, gitti. İçeri girdim, Arş u Rahman’da “La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah, Ali ül Veliullah” diye bir yazı yazılıydı. Bir tek el yandı, elin üzerinde yeşil bir ben vardı.

Geldim Kırklar’a, baktım içeride bir ibadet sesi var. Kapıyı çaldım. “Kimsin?” dediler. Ben Hz. Muhammedim, dedim. Kapıyı açmadılar, bana, “Bizim Muhammedimiz içimizde” dediler. Geri döndüm. Cebrail Aley Selam dedi ki, “Ya Şafaatken” geri dön. Döndüm, kapıyı çaldım, “Kimsin?” dediler. Dedim ki, ben Hz. Muhammed Şafaatken. Dediler, “Bizim Şafaatken’imiz de içimizde”. Tekrar geri döndüm, Cebrail Aley Selam vaih getirdi ve dedi ki, “Ya Seyid ül el fakiri mümin git içeri”. Dönüp bir daha kapıyı çaldım. “Kimsin?” dediler. Dedim ki, ben Seyid ül el fakiri mümin. “Eyvallah” dediler, kapı açıldı ve ben içeri girdim, selam verdim. İçlerinden biri kalkıp selamımı aldı. Dedim ki, peki siz burda çoksunuz. Dışardan gelen birine diğerleri neden hürmet etmediler? Dedi ki, “Bizim birimiz kırk, kıkımız bir”. O zaman saydım ve baktım ki, içeride otuzdokuz kişi var. Dedim ki, biri yok. “Selmân-ı Farsi’dir giden” dedi.[2]

Ve Selman dönüp de içeri geldiğinde bir üzüm tanesi beraberinde getirdi. Bana verdiler ve “Ya Seyid ül el fakiri mümin, bunu bize payla” dediler. Baktım biz kırkbir kişiyiz, bir tek üzüm tanesini ben nasıl paylıyayım ki! O zaman Cebrail yine nazır oldu ve “Ya Muhammed! Üzümü al bir tasın içinde ez, biraz da su kat ve ser u nuş et” dedi. Ve ben üzümü ezip nuş ettim, hepsi seri hoş oldu, hepimiz seri hoş olduk. İşte o zaman kalkıp semaha döndük. Ve benim başım evamdan düştü. O benim selamımı alan kişi bunu alıp kırk parçaya böldü, her kesin başında dolandırdı ve her kes Muhammed oldu. Ben, eğer sizin kırkınız bir ise bana bir nişan gösterin dedim. Neşteri getirdi, legeni getirdi. Ben neşteri vurdum koluna, bir damla kan geldi. Bunun üzerine diğerlerinin kolunda da bir damla kan geldi. Ya Ali! benim gördüğüm budur.]

Hz. Ali, „Ya Muhammed“ dedi ve kolunu ona doğru uzattı. Muhammed baktı ki onun yüzüğü Ali’nin elinde, konunda yeşil beni duruyor ve neşteri vurduğu yer bileğinde belli. Bunun üzerine Muhammed şöyle dedi, „Ya Ali! sana erdim, ama sırrına eremedim. Sana Allah diyeceğim ama ne zaman doğduğunu biliyorum“.

İşte bundandır ki Ehli Beyt soyu altın soyudur, Arap filan değildir. Arap ülkesinde doğmuşlar, zaten bütün peygamberler Arap ülkesinde doğmuş ve hepsi Şıt Aleyselam’dan gelmeler, Arap değiller.  

 

X. Ç. : Siz bu bölgede Kırmanclar'la içiçe yaşıyorsunuz. Kırmanclar kimlerdir, onlarla ilişkileriniz nasıl?

 

P. M.: Kırmanclar Süriye’den gelmedirler ve Hz. Hüseyn’in düşmanlarıdırlar.

 

X. Ç. : Siz belki de Khurrmançlar’ı (Şafii Kürtler’i) kast ediyorsunuz! Ben yanıbaşınızdaki köylerde yaşayan komşularınızı, Kırmanclar’ı (Alevi Zazalar’ı) kastediyorum.

P. M.: Yooo! Bizimkiler Zaziklerdir, Zaza’dırlar. Bizimkilere biz Zaza diyoruz, bizim dilimiz Zazaca, şo-bê. Kırmanclar Here-Were konuşurlar. Bu Dersim bölgesinde yaşayanlara biz Zaza diyoruz. Aslında bunlara Zazis deniliyor. İran’dan gelmeler. Herhalde oradaki dağlarda da hala yaşayanları var. Onun için bunlar Ehli Beyti seven kişilerdir, Alevi toplumudurlar, Sünnileşmediler. İran’da bunları Sünnileştirmek istediler, bunlar da Sünnileşmemek için İran’dan kaçıp dağlara, Dersim yöresine geldiler. Şiiler de Ehli Beyt!i seven kişilerdir, fakat Şiiler Sünnileştiler. Biz Hızır ayında oruç tutarız, onlar ise Ramazan ayında otuz günlük oruc tutarlar..

(…)

X. Ç. : Dede, ama bu Zaza dediklerinizin Palu, Bingöl, Elazığ, Urfa ve Diyarbakır’da yaşayanları da var. Ve bunlar Sünnidirler…

 

P. M.: Şimdi onlar şeyler. Onlar Zazaca konuşurlar, ama Zaza değiller. Zazaca konuşurlar, yine de bizim buranın, Dersim Zazacasına uymuyor onların konuştuğu Zazaca. Onlar biraz Kırmanclar’la karışıktırlar.

(…)

 

X. Ç. : Sizin söylediğiniz itikat bazında değerlendirilebilinir. Sizce Dersimliler ile onlar aynı soydan mıdır?

 

P. M.: Bak onu bilmiyorum. O bir araştırmacının işidir.

(…)

 

X. Ç.: Sizin ocak olarak Hacı Bektaşi Veli ile bir ilişkiniz var mı?

 

P. M.: Olmaz olur mu! İtikat bakımından, onlara sevgi ve saygı bakımından. Biz, pirimiz Hünkar Hacı Bektaşi Veli diyoruz. Pir Sultan da onu kendine pir edinmiştir. Hacı Bektaş binikiyüzlerde, Pir Sultan binbeşyüzlerde yaşamıştır. Buna rağmen, belki de Pir Sultan ondan eveli de yaşamıştır. Çünkü bir beyitinde şöyle diyor Pir Sultan:

Hak beni yoktan var etti / şükür yoktan vara geldim / yedi kat arşta asılı kandildeki nura geldim / Eyibullah teyer ettim / Lahli mercan gehver tuttum / vuslat ile taş errittim / ben bu yolu süre geldim.

„Yedi kat arşta asılı kandil“in felsefik olarak incelenmesi lazım. Hz. Fatime henüz yer gök yok iken kandilde bir nur idi. Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin onda sır idi. Bu her insanda da mevcuttur. Çünkü her insanda yedi kapı vardır; iki göz, iki kulak, iki burun deliği ve ağız birer kapıdırlar.

Gurbet elinde çatıldım / ana rahmine katıldım / İbrahim ile oda atıldım / gülistanda nara geldim. Vardım bir ulu şehire / ne istersen anda ara / kapısı oniki pare / istediğim yere geldim.

Bu da şu anlama gelir; her insanda bundan da öte oniki kapı vardır. Yukarıda saydıklarımdan başka iki göğüs, bir göbek ve iki de arka-ön, çünkü bunlarda birer kapıdır. Dünya da oniki ay üzerine kurulmuştur. Gece ve gündüz de oniki saat üzerine kurulmuştur. Yani Ehli Beyt o kadar bir şey ki dünyayı bile kendi içine almıştır. Biz bunu kaba-taslak sürdürürsek ne sen bundan bir şey anlarsın, ne de ben. Bu ne kadar iyi anlatılırsa itikat de o kadar iyi olur.

(...)

 

X. Ç.: Bize ayırdığınız vaktinizden ve bize sunduğunuz bilgilerden dolayı teşekürler pirim.

 

P. M.: Ben teşekkür ederim.


 

[1] Bu reportaj 10 Kasım 2005 yılında ‘Munzur’ gazetesi yıl 2, sayı 41’de yayınlandı.
Hacılı köyü, Dersim (Mameki)’nin Pülümür ilçesine bağlı, ilçe merkezine yakın bir köydür. Pülümür’ün tek tük Türkçe konuşan köylerindendir, Zazaca’yı ikinci dil olarak kullanırlar.

[2] Bu arada Pir Mehmet pars kelimesine vurgu yapmadan edemedi. „Daha doğrusu Farsi değil de Parsi olmalı, çünkü bu kelime Zazaca’dır ve ‘parskerdene’ toplamak anlamındadır, Selman ise lokma toplamaya gittmiştir, ‘parsa’ gitmiştir”.