Derviş Beyaz Şeceresi[1]

Biz Ware’nin 11. sayısında yazarımız M. Hayaloğlu’nun “Dersim Aşiretlerinden Tarihsel Kesitler ve Bazı Tarihi Belgeler” adlı bir makalesini yayınladık. Aradan bir süre geçtikten sonra, Pir Metin Küçük bizi telefonla aradı ve bizimle makale ile şecere hakkında konuşmak istediğini bildirdi. Ben de gidip kendisini ziyaret ettim. Aramızda yapılan sohbet bir tür reportaja dönüştü. Pir Metin Küçük’ün istemi ile şecere hakkında aktardığı bilgilerin oldukça farklı ve ilgiç olmasından ötürü bunu yayınlama gereğini duyduk. Umarım bu yazı yanlış anlaşılmalardan ziyade, şecere konusunun açıklığa kavuşması açısından sağlıklı bir tartışma ortamı yaratır.

X. Çelker

(...)

Pir Metin Küçük:

Şimdi ben, Ware dergisinin 11. sayısında  M. Hayaloğlu’nun “Dersim Aşiretlerinden Tarihsel Kesitler ve Bazı Tarihi Belgeler” üzerine yazdığı yazıyı yorumlayacağım. Ve burada arkadaşın kafasına takılan bazı çelişkileri dile getireceğim. Bu çelişkileri açıklamaya çalışacağım. Kendi açımdan gördüğüm eksiklikleri, elimdeki belgelerle gidermeye çalışacağım.

Arkadaş, Ware dergisinin 113. sayfasında yazısına M. Serif Fırat’ın kitabından alıntı yaparak başlıyor ve şöyle diyor: “M.Ş. Fırat, Alaeddin Keykubat tarafından bir 'secere'nin 'Derviş Beyaz' adlı bir Alevi babasına -(dede, seyit, vs...)- verildiğini (s. 28); ve 'Şeyh Mensur'a (Baba Mansur: Bamasur)'da 'ayrı bir secere'nin verilmiş olduğunu yazmaktadır, (s. 78). Bu durumda ortada iki tane 'secere' nin olduğu anlaşılıyor. Bunlardan, kendisine secere verilen ya da yazılmış olan seceresi tastik  edilen Baba Mansur noktasında bir çelişki yoktur. M.Ş. Fırat yazdığı tarihlerde, bu secerenin, Şöbek köyünde olduğunu belirtiyor.

Fakat, ikinci secerenin kimde ve nerede olduğu noktasında bir karışıklık olduğu görülüyor. M.Ş. Fırat'tan bir secerenin Derviş Beyaz'a verilmiş olduğunu yukarıda aktarmıştım. Ancak bu secerenin, Kureyş'e verilen secere ile aynı mı yoksa ayrı mı olduğu belli değildir. Ayrıca, bu secerenin doğal olarak Kureyşanlarda bulunması gerekirken, Varto'nun Şorık köyünde benzer bir sececerenin bulunmuş olması da tuhaf!”

Ben konuya şöyle girmek istiyorum; Alaeddin Keykubat tarafından Derviş Beyaz’a şecere verilmemiştır. Bir Türk padışahın bizim Alevi erenlerine şecere vermesi sözkonusu değildir. Yani bir Türk padişahı gelecek, seni seyyid tayin edecek, sana dervişlik, pirlik veya rehberlik kolu verecek! Bu bir yanılgıdır. Böyle bir olay olmamıştır. Ayrıca Aleviliğe de ters düşen bir olaydır. Yani padışah kimseyi pir, dede veya mürşit olarak atayamaz. Bir kişinin pir, rehber veya mürşid olması, ona ikrar veren talipler tarafından belirlenir; yani belgesi talipleridir. Bu olayın belgesi ona bağlı olan aşiretlerdir. Yoksa şu veya bu padişahın Ahmed’i, Mehmed’i, Hasan’ı böyle adlandırması ile onlar ne pir, ne seyyid, ne de rehber olurlar. Bu birinci nokta.

Xal Çelker:

Her ne kadar sizin söylediklerinizi pekiştirse de burada bir söylenceyi hatırlatmak istiyorum. Deniliyor ki, Osmanlı döneminde kendisinin pir, seyyid veya rehberliğini ispatyayanlara Osmanlı tarafından aylık bağlandığı dönemler söz konusu olmuş. Bu da şecerelerin pir, seyyid veya rehberler tarafından Osmanlı paşalarına götürülmüş olabileceğini akla getirir. Böyle olsa da, şecerelerin yine bu şahsiyetler tarafından padişahlara götürülmüş olduğu ortaya çıkıyor.

 

 

 

 

P.M.K.:

Bakınız! Seyyidler ve pirler Osmanlı padişahlarından önce de vardı, onların yaşadığı dönemlede de vardı. Şimdi seyyidleri ve pirleri kabul etmeyenler zaten Osmanlı padişahlarıdır. Bunların kendilerinin seyyid veya pir olduklarını ispatlamasını isteyenler de yine  onlardır. Osmanlı padişahları bunları buna zorluyor. Gel, seyyid olduğunu ispatla, yoksa ben seni idam edeceğim diyorlar. Bu evliya, eren ve ermiş kişi Allah’ın hikmeti ile sırr-ı hakikate erdiği için, o inancı ve temiz kalbi ile bir takım doğa üstü olaylar gösterebiliyor. Ve Osmanlı padişahları da bunu onaylıyorlar. Diyorlar ki Derviş Beyaz geldi, bizim yanımızda ateşe girdi, sağ-salim çıktı. Yani şecereyi vermiyor; var olan şecereye o olayı ekliyorlar. Ben bunu ispatlayacağım. Burada yine arkadaşın yazısına dönelim. Arkadaş diyor ki, “Baba Mansur noktasında bir çelişki yoktur”.  Bu da şurdan kaynaklanıyor. Arkadaş, Baba Mansur’u bildiğinden burada bir sorun  görmüyor. Fakat Derviş Beyaz Ocağı’nı bilmediğinden bu ona tuhaf geliyor. Diyor ki: “M.Ş. Fırat'tan bir secerenin Derviş Beyaz'a verilmiş olduğunu yukarıda aktarmıştım. Ancak bu secerenin, Kureyş'e verilen secere ile aynı mı yoksa ayrı mı olduğu belli değildir. Arkadaşın mantık yürütme şekli yanlış. Yani, Kureyşanlılar şecere sahibidir, ya da şeceresi olması gereken bir Ocak’tır ve diğerlerinin olmamalıdır, yahut yoktur. Bu yanlış. Çünkü bir Kureyş’in şeceresi olabiliyorsa, bir Derviş Beyaz’ın da şeceresinin olması mümkündür. Bu bir tuhaflık değildir. Şecere denilen şey sahsın seyyidliğini ispatlayan bir soynamedir. Nasıl ki Kureyşanlı bir seyyid ise, bir soynamesi varsa, bir Derviş Beyaz’ın da seyyid olduğu ve dolayısıyla bir soynamesinin olması gayet doğaldır. Burada şaşılacak bir şey yoktur.

Bunun dışında arkadaş diyor ki bu şecerenin doğal olarak Kureyşanlılar’da bulunması gerekirken, neden Varto'nun Şorık köyündedir. Halbuki şecerenin Kureyşanlılar’da olmaması, orjinalinin Varto'nun Şorık köyünde olması da gayet doğaldır. Çünkü orada Derviş Beyaz-Derviş Gevrliler yaşıyor. Ve bu şecerenin orjinali bizdedir; bunu kendi evinde barındıran da benim dayımın babasıdır. Bir kardeşi yine Tunceli’den gelmiştir. Şecere onlardadır. Orjinali bizdedir ve Derviş Beyaz Ocağı’na aittir.  Kureyşanlıların sonradan vali Kenan Güven’in baskısıyla ortaya çıkardıkları ve Musa Ateş’in yardımıyla Ankara noterliğinde tercüme ve tasdik ettikleri şecere bizim şecerenin bir ekidir. Bunu şimdi belgeleyeceğim. Şöyle ki; Derviş Beyaz keramet gösterdiği zaman, ateşe girdiği zaman, o olaya şahitlik eden 7 şahısa olayın hatırası olarak birer tane belge, şecere, veriliyor[2]. Bunlardan bir tanesi Kureyşanlılar’dadır, bir tanesi Mehmed Ağa’dadır, bir tanesi Trakya’dan gelen Aleviler’e verilmiştir, bir tanesi Adıyaman Tekkesi’ndedir ve bir tanesinin de Bağdat’ta olduğu söylenmektedir. M. Hayaloğlu yazısında, şecerelerin neden benzer, ya da aynı olduklarını soruyor. Bunların hepsi aynı şeceredir de ondan.

Hatta, bu şahitlere  şecerenin o güne kadar olan bölümü veriliyor ve ondan sonrası yok. Bizdeki orjinal şecerede ise benim babama kadar, yani cumhuriyete kadar olan bütün isimler yazılıdır. Menderes döneminde bu şecere yine tasdik edilmiştir. Bu da şecerenin bizim olduğunu gösteriyor.

 

X.Ç.:

Bu sizin de daha önce belirtmiş olduğunuz gibi Kureyşanlılar’ın şeceresinin olmadığı anlamına gelmiyor, değil mi?

P.M.K.:

Hayır, o anlama gelmiyor. Ben arkadaşın yapmış olduğu yorumun yanlış olduğunu belirtmek istiyorum. Yani, Kureyşanlılar şeceresi yoksa diğerlerininki de olmaz anlamında bir yorum yanlış. İlle de bütün şecereler Kureyşanlılar’ındır demek de yanlış. Her Ocağın kendi şeceresi vardır. Fakat Kureyşanlılar’ın “Çê Saê Gulabi” gilde sakladıkları, Kenan Güven’in ordan alıp getirdiği ve Süleyman Ateş’in yardımı ile Ankara noterliğinde tercüme ettirdikleri şecere, bizim şecerenin bir ekidir, bir kopyasıdır. Ve o şecerenin hiç bir yerinde ne Kureyş’e ait olduğu, ne de Seyyid Mahmud-i Hayrani’ye ait olduğu geçmemektedir. Zaten bütün yazarların ve M. Hayaloğlu arkadaşın da anlamayıp çelişkiye düştüğü konu budur.

X. Ç.:

Siz ortada bulunan şecerenin Derviş Beyaz’a ait olduğunu ve Kureyşanlılar’a aitmiş gibi bir muameleye tabi tutulduğunu belirtiyorsunuz!

P.M.K.:

Evet, bu şecere öyle bir muameleye tabi tutulmuş, dolayısıyla günümüze kadar süregelen bir  haksızlık söz konusudur.

X. Ç.:

Peki bunu daha somut bir şekilde ispatlayabilir misiniz?

P.M.K.:

Şimdi şecerenin bize ait olduğunu nasıl ispatlıyoruz? Şecereyi okuduğunuz zaman, 46. sayfasında şunu göreceksiniz: “Bu Silsile-i şerefenin aslı Hısn-ı Mansur’den gelmedir.” Bu günkü anlamıyla Adıyaman’dan gelmedir deniliyor. Yani, birileri aslını oradan alıp İstanbul’a getirip padişaha göstermiştir. “Sultan, DERVİŞ BEYAZ’ı huzuruna kabul etmiş, O’ndan sahih bir keramet isteyince, Dağ gibi odunlar toplandı. Derviş Beyaz, içine girdi. Odunlar ateşlendi. Ateş yedi gün devam etti. Sonda DERVİŞ BEYAZ, salimen bu sahih silsilenin isnadıyla Ateş’ten çıktı.

Devamında ise tercümanın bir yorumu var: “Tıpkı Hz. İBRAHİM’in ateşten kurtulduğu gibi. Bu kerametinden dolayı BEYAZ lakabı ile lakablanmıştır. Kerameti çoktur. ALLAH O’NU AFFETSİN.” Bu tercüme edenin kendi yorumu, buna dikkat etmek lazım. Devam edelim, şurada da ateş olayına geliyoruz: “Vaktaki -bakın yine bir Farsca kelime- DERVİŞ BEYAZ, Ateşe gittiği vakit, bir çuhadar kişi himmet edüp ateşe götürdü. Bile Ateşe girdiler.” Bakın burada dikkat edilmesi gereken husus şu; Dersim’de yıllardan beri yanlış anlatılan bir yorum var. Bu şecere o yoruma açıklık getiriyor. Yorum şudur; Kureyş fırına girmiştir, Derviş Gewr’i beraberinde götürmüştür. Derviş Gewr’e kül sürülmüştür ve bundan dolayı kendisine Gewr denilmiştir. Bu çok yanlıştır. New (dokuz) ile newe’nin (yeni) bir sözcük olmadıkları gibi, gewr ile geur de ayrı kelimelerdir. Gewr Farsça bir kelimedir ve beyaz anlamına gelmektedir. Ben Farsça bilen post dedeleri Şeyh Hasananlı Dede Mahmut Doğanoğlu -kendisi bizim Dersimlidir-, Ağuçanlı Dede Niyazi Bozdoğan, Hıdır Abdal Ocağı’dan Dede Mehmet Yaman ve Dede İsmail Aslandoğan’na sordum. Her dördüde ’gewr’in Türkçe anlamının beyaz olduğunu söylediler. Bakın, şecerede de hem Derviş Beyaz deniliyor, hem de Derviş Gewr deniliyor. Şecerede diyor ki, “Vaktaki DERVİŞ BEYAZ, Ateşe gittiği vakit, bir çuhadar kişi himmet edüp ateşe götürdü.” Yani burada Kureyş ateşe gidip de Derviş Gewr’i beraberinde ateşe götürmemiş. Kısacası şecerede yazılan ile Dersim’de anlatılan olay birbirini tutmuyor. Tersine, ateşe giren Derviş Beyaz’dır, padişahın çuhadarını - terzisini- beraberinde götürüyor. Belge bu anlamda bu güne kadar anlatılanlara bir açıklık getiriyor. Şimdi yine şecereye devam edelim: “Ateşten çıktıktan sonra MURAD Han sual eyledi ki: EY ÇUHADAR. SEN NE GÖRDÜN. Çuhadar (BENİM SULTANIM. BENİM GÖRDÜÐÜM SEN DAHİ GÖREYDİN; VÜCUDUN ERİYİP MAHV OLURDU: EMMA DERVİŞ GEVR -bakın burada Dervış Gevr’in Derviş Beyaz olduğunu ispatlıyor; Türkçe yazılmış olduğu için Gevr tek ’v’ ile yazılmış. Eğer bunu Farsça veya Zazaca yazarsak ’w’ ile yazarız.- HİMMETİYLE BANA BİR ŞEY OLMADI. BEN DAHİ OL KADAR BİR OD İÇİNDE BİR YEŞİL ÇİMENLİ YERDİR, GÖL-YOSUN-REYHAN VE AKARSULAR VE BİR YANDA KAR İLE BUZ ÇOKTU. VE KENDÜSÜ BİR A’LÂ BEYAZ KÖŞKÜN ÜSTÜNDE BİR KUŞ GİBİ OTURURDU. ASLA ATEŞ NAMINA BİR ŞEY GÖRMEDİM.) deyu Sultandan rıca edüp, DERVİŞ BEYAZ’dan ayrılmadı. Vesselam. İsmi MEHMED AÐA idi.”

Mehmed Ağa bugün Dersim’de yaşayan Hıranların (Xıran) büyüğü olduğunu, bizim şecerenin bir nüshasının da -yeni anlamıyla bir fotokopisinin de- olayın hatırası olarak kendisine verildiğini belirtmek isterim.

X. Ç.:

O zaman Mehmed Ağa padişahın Hıranlı terzisi olmalı!

P.M.K.:

Evet, terzisi imiş. Bu günkü Hıranların bir kolunun oraya dayandığı söyleniyor. Artık dedemizle beraber mi gelip Hıranların içine giriyor, yoksa kendisi daha önceden mi Hıranlıydı bilinmiyor. Fakat Hıranların içinde yaşadığı kesin. Ve bu kerametin bir belgesi olarak kendisine şeceremizin bir nüshası veriliyor. Böylece şeceremiz Hıranlıların elinde de bulunuyor.

X. Ç.:

Peki, bu şecerenin bir tanesi neden veya nereden Kureyşanlılara geliyor?

P.M.K.:

Şimdi bu soruya gelelim. Ben, Kenan Güven’in baskısıyla “Çê Saê Gulabi”den alınan ve Ankara’da Kureyşanlı milletvekili Süleyman Ateş’in yardımıyla tasdik edilen şecerenin türkçesini sana okuyacağım. Sayfa altı’da şöyle denmektedir: “Hamd Allah’a, salat ve selam Resulullah’a olsun. Alimlerden, araplardan, acemlerden, köylerden, şehirlerden herkesin ma’lumu olsun ki bu tescil edilen şecereden geçen bütün ebeveynin haseb ve nesebleri aşağıda gelecek kişilerin şehâdeti ile sâbit olmuştur. Haremeyni’ş-şerifyen hacısı, Hacı Mustafa oğlu İskenderli hacı Ali, Hacı Hasani’ş-şeybanî oğlu Hacı Yusuf’dan o, Semdinü’l-mısrî’nin oğlu zeynnül’l-arab’dan, o, şeyh üveyüsü’l-Bâküvi’nin oğlu şeyh Süleyman’dan, o, ziyaeddin oğlu Seyyid Ali’den, o, Şeyh Abdulgafur oğlu Şeyh Veliden, Hz.Ali (r.a) nın oğlu Hz. Hüseyin’e kadar baba ve annelerinin isimlerini zirkederek rivâyet edip. şahitlik etmişlerdir-Şeyh Veli, Şeyh Aliyyü’l Medeni’nin oğlu Şeyh Hamza’nın, o da Şeyh Ahmedü’l-Bağdadi’nin, o da âdil şahitler huzurunda Şeyh Süleyman’l Bağdadiyyü’l-Kureyşi’nin oğlu Şeyh Faris’in, o da Ahmedü’l-Mekki’nin oğlu Şeyh Muhammed’in şehâdetiyle bu şecereyi kesin ve doğru delillerle isbat etmişlerdir.” Burada tek bir yerde Kureyş kelimesi geçmektedir ve Kureyş’in Bağdat’tan geldiği söylenmektedir.

...

Eskiden, gerek Kureyşanlıların büyüklerinden Dersimli Ali Efendi, gerek diğerleri Farsçayı iyi bilmediklerinden dolayı, şecereleri okurken, bir çok isim arasında Kureyş ismine rastladıklarında, tamam bu şecere bana aittir deyip kapatıveriyorlardı. Ama olayı anlıyamıyorlardı, aradaki bağlantıları kuramıyorlardı. Yani Kureyş’in burada keramet gösteren kişi mi, yoksa şahitlik yapan biri mi olduğunu anlayamıyorlardı. Hatta şecerede geçen Hısn-ı Mansur, yani Adıyaman, sözcüğünden hareketle şecerenin Baba Mansur’a ait olduğunu ileri sürenler bile var. Ayrıca Baba Mansur’u Hallac-ı Mansur ile karıştıranlar da var. Halbuki  Hallac-ı Mansur, Baba Mansur’dan çok önce yaşamıştır. Neyse, bu başka bir olay.

Şimdi şecerede Seyyid Mahmud-i Hayrani adının geçmemesi ve şecerede belirtilen kerameti gösterenin Kureyş olmayıpta Derviş Beyaz olması üçüncü bir belgedir.

Kureyşanlılar, şecerede adı geçen Seyyid Mahmud’ül Kebir’in Seyyid Mahmud-i Hayrani olduğunu söylüyorlar. Oysa değildir, çünkü bunun yazılı bir kanıtı yoktur.  Seyyid, Hayrani ve Ülkebir birer lakaptırlar. Bu drumda Mahmud adı elde kalmaktadır. Seyyid Mahmud adında ise şeceresi olan bir başka zat daha var. Bunun diğer bir adı da Kara Donlu Can Baba’dır; Trakya bölgesinde deniz üzerinde yürüyen, Balkanlar’da Alevilik felsefesini ve kültürünü geliştiren, Tahtacılar yöresinde çok tanınan biridir. Kara Donlu Can Baba’nın gerçek adı da Seyyid Mahmud’tur. Kısacası Seyyid Mahmud denilince ille de Seyyid Mahmud-i Hayrani’nin anlaşılması çok yanlıştır. Şimdi, Seyyid Mahmud’ül Kebir’in neden Derviş Beyaz olduğuna bakalım.

Kimi Kureyşanlılar Seyyid Mahmud’ül Kebir’in, Seyyid Mahmud-i Hayrani olduğunu söyleyip, oğullarının Kureyş ve Baba Mansur olduklarını belirtiyorlar. Kimileri ise Baba Mansur’un kendilerinin kardeşi olmadığını söylüyorlar. Eğer Kureyşanlıların söylediği gibi Seyyid Mahmud’ül Kebir, Seyyid Mahmud-i Hayrani olsaydı oğlunun adı da Kureyş olması gerekmekteydi. Oysaki şecerenin 21. sayfasında şöyle yazmaktadır: “Büyük nesebe mensup, şerefli, kıymetli, A’bid, Müdekkik, Fâzıl, Kâmil, zaman ve asrın bir tanesi Es-Seyyid Şeyh MAHMUD’ÜL KEBİR, -bakın, burada Seyyid Mahmud-i Hayrani yazmıyor- Gazi Sultan Murad han zamanında yaşayan sahih ve meşhur haberlere göre Kerameti zâhir olan bir zattır. Sultan MURAD, bazen bizzat, bazen başkasının vasıtası ile O’nun kerametlerini görmüştür. Künyesi DERVİŞ BEYAZ’dır. -Bakın burada çok açık bir şekilde künyesinin Derviş Beyaz olduğu belirtilmektedir. O halde bu nasıl oluyorda Seyyid Mahmud-i Hayrani oluveriyor? Bu belgeyi çarpıtmak demektir. Lâkabı KERAMETTİR. Dünya malına meyletmezdi. Kutubdan Seyyid Şeyh MAHMUD-ÜL KEBİR’e sofra gelmiştir. O’nun Seyyid ABDULLAH ve Seyyid HÂNİ adlarında iki oğlu vardır. Bu ana kadar mübarek şecere Seyyid ABDULLAH’a ulaştırılıyordu.”

Bakın, bu zat Seyyid Mahmud-i Hayrani olsaydı, şecerenin Seyyid ABDULLAH’a değil de Kureyş’e ulaştığını yazardı. Ayrıca ateşe giren kimdir? Şecerede yazılı; Derviş Beyaz, yani Derviş Gevr’dir. Peki Derviş Beyaz, ya da Derviş Gevr kimin lakabı? Bu da Seyyid Şeyh MAHMUD’ÜL KEBİR’in lakabıdır. Durum şecerede bu kadar açık ve nettir. Bu ayrı bir zat, ayrı bir ocakzadedir.

...

Bir dede adayı olarak -post dedesi değilim, henüz o kıvama gelmedim-, bizim dışımızdaki diğer hiç bir seyyidi inkar etmiyorum. Biz, ne Baba Mansur’ların ocakzade olmadıklarını söylüyoruz, ne Kureyşanlılar’ın, ne de bir başkasının. Aksine hepsinin birer ocakzade olduklarını, Seyyid-i Sadet Evlad-i Resull olduklarını biliyoruz. Fakat, bu belgelerden sonra artık bize yapılan haksızlıklara son verilmesini istiyoruz.

...

Burada ayrıca M. Şerif Fırat’ın, Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabında Derviş Beyaz Şeceresi hakkında yazdıklarına kısaca değinmek istiyorum. Şecereyi Şorık köyünde M. Şerif Fırat’a gösteren Baba, Seyyid Cafer, benim dedemin kardeşidir. M. Şerif Fırat, Feran aşiretinin öndegelenlerinden biridir, ben kitap yazacağım deyip Seyyid Cafer’den şecereyi getirip kendisine okumasını istiyor. Seyyid Cafer, M. Şerif Fırat’ı yemine vurduruyor ve “sen gerçekleri yazarsan, ben sana şecereyi getirip okurum” diyor. Sonra şecereyi getirip kendisine belli yerlerini okuyor. Bakıyor ki M. Şerif Fırat’ın niyeti kötü, kendisine bedua edip şecereyi kapatıp, götürüyor. Bu da buna kızarak şecereyi tümüyle okumamasına rağmen, kendi yorumlarını şeceredeymiş gibi kitabına yazıyor. İşin ilginç yanı, şecerede çok açık ve net bir şekilde şecerenin Derviş Beyaz’a ait olduğu yazılı olmasına rağmen, M. Şerif Fırat kendi kafasından getirip Kureyş ve Baba Mansur’u eklemiştir.

M. Şerif Fırat kitabının 76. sayfasında “Bu aşiretlerin başında Alevilik halifeleri olarak gelen Horasanlı Seyyit Mahmud-i Hayrani ve ’Şahmensur baba’ Hüsnü Mensur kasabasına gelirken, Şahmensurla Seyit Mahmud’un oğlu Haci Kureyşi ve Seyit Ali adıyle anılan Derviş Beyazi, bu on iki aşiretin ağalarını Bağın’da toplayarak bu seyyitlerden mucizât istemiş, bunlardan Şah Mensur duvar yürütmüş, Haci Kureyş ile Derviş Beyaz da fırındaki ateşe girmişlerdir. Sultan Alâettin bunları bu mucizelerini şecerede tespit edip silsilelerini tasdik etmiş ve bu on iki Türk aşiretini pîrlik ve mürşitlik bakımından Şah Mansurla Hacı Kureyş’e rehberlik makamında Derviş Beyaz’a mürit edip lokma hakkına bağlamıştır.”

Bakın bunlar şecerede yazılı değil. Şecerede, ne Baba Mansur, ne Kureyş, ne de on iki aşiretin bunlara verildiği geçmektedir. Şecerede, bu on iki aşiretin Derviş Beyaz ile Horasan’a geldiği yazılıdır. Daha önce de belirtiğim gibi, Alaeddin Keykubat tarafından ne Baba Mansur’a pirlik, ne Kureyş’e mürşitlik, ne de Derviş Beyaz’a rehberlik verilmemiştir. Zaten Alaeddin Keykubat’ın birilerini seyyid, pir, mürşit veya rehber tayin etmesi yanlıştır; Alevilik’le de bağdaşmaz. M. Şerif Fırat’ın söylediklerinin yalan olduğu burdan da ortaya çıkmaktadır. Şecereye bakıldığında bu aşiretlerin Seyyid Mahmud-ül Kebir’e (Derviş Beyaz’a ya da diğer adıyla Derviş Gewr’e) ikrar veren aşiretler olduğu anlaşılacaktır.

...

Devamla M. Şerif Fırat kitabının 77. sayfasında  “Sultan Murad Han, Bağın kasabasına gelirken burada tarikat rehberi olan Derviş Beyaz oğullarından Ali Uyyun adlı bir zatı gösterdiği liyakatten dolayı kendisine Çapakcur ovasını vakf ederek bu ovanın Abı-tahhur köyünde namına bir tekke açmıştır.”  demektedir. Böyle bir olay dedelerimiz tarafından bize anlatılıyordu. Hatta Mazgirt tarafında da bir çok köyün vakıf adına tapulandığını söylüyorlardı. Fakat bu vakıfların belgeleri yok elimizde. M. Şerif Fırat burada da bir duyumu yazmaktadır. O’nun hatası, duyumları da şecerede varmış gibi aktarmasıdır.

...

Sohbetimiz, Alevilik’te pir-talip ilişkileri ile Aleviliğin izlediği tarilsel süreç üzerine devam etti. Sayfa darlığı nedeni ile bu sayımızda bunlara yer veremeyip, sohbeti burada kesmek zorunda kaldık. İleriki sayılarda sohbetimize devam etmeye çalışacağız. 

X.Ç.

                                                          


 

[1] Bu reportaj 1998 yılında ‚Ware’ dergisinin 12. sayısında yayınlandı.

[2] Benim şecereden anladığım kadarıyla keramete şahitlik edenler 5 kişidir. Yukarı da şecerenin şahitlikle ilgili paragırafını burada bir daha dikkatle okuyalım. Daha rahat saptanabilmesi için ben rakamlar ekliyorum.

“Hamd Allah’a, salat ve selam Resulullah’a olsun. Alimlerden, araplardan, acemlerden, köylerden, şehirlerden herkesin ma’lumu olsun ki bu tescil edilen şecereden geçen bütün ebeveynin haseb ve nesebleri aşağıda gelecek kişilerin şehâdeti ile sâbit olmuştur. Haremeyni’ş-şerifyen hacısı, Hacı Mustafa oğlu İskenderli hacı Ali, Hacı Hasani’ş-şeybanî oğlu Hacı Yusuf’dan o, Semdinü’l-mısrî’nin oğlu zeynnül’l-arab’dan, o, şeyh üveyüsü’l-Bâküvi’nin oğlu şeyh Süleyman’dan, o, ziyaeddin oğlu Seyyid Ali’den, o, Şeyh Abdulgafur oğlu Şeyh Veliden, Hz.Ali (r.a) nın oğlu Hz. Hüseyin’e kadar baba ve annelerinin isimlerini zirkederek rivâyet edip. şahitlik etmişlerdir-(1)Şeyh Veli, (2)Şeyh Aliyyü’l Medeni’nin oğlu Şeyh Hamza’nın, o da (3)Şeyh Ahmedü’l-Bağdadi’nin, o da âdil şahitler huzurunda (4)Şeyh Süleyman’l Bağdadiyyü’l-Kureyşi’nin oğlu Şeyh Faris’in, o da (5)Ahmedü’l-Mekki’nin oğlu Şeyh Muhammed’in şehâdetiyle bu şecereyi kesin ve doğru delillerle isbat etmişlerdir.”

Burada adı geçen şahıs Kureyş değil de, Kureyş’in oğlu Şeyh Faris’tir; (Şeyh Süleyman’l Bağdadiyyü’l-Kureyşi’nin oğlu Şeyh Faris’in...).

Ayrıca Pir Metin Küçük de şecereyi elinde bulunduranları sayarken yine 5 isim vermektedir;

“Bunlardan bir tanesi Kureyşanlılar’dadır, bir tanesi Mehmed Ağa’dadır, bir tanesi Trakya’dan gelen Aleviler’e verilmiştir, bir tanesi Adıyaman Tekkesi’ndedir ve bir tanesinin de Bağdat’ta olduğu söylenmektedir.”